Mehmed Âkif Ersoy – Sâdî

Mehmed Âkif Ersoy’un, 25 Teşrin-i Sânî 1326 (25 Kasım 1910) tarihinde Sırât-ı Müstakim’in Hasbihal köşesinde “Sa’dî” başlığıyla yayımladığı yazısı, gerek ezberci eğitim sistemin zararları gerek Sa’dî’nin eserlerinin öneminin anlaşılması noktasında son derece önemlidir.  Okullarda metnin hemen herkese okutulduğu hatta ezber yaptırıldığı ve fakat “anlam”la kimsenin ilgilenmediğine dikkat çeken Âkif, “mânasız” okumanın trajikliğini ortaya koyuyor. (Bu durum bugün de maalesef devam etmektedir. Özellikle Osmanlıca metni latinize edebilen ve fakat metnin ne dediğini anlamayan binlerce insanla karşılaşmak mümkün.)

Ayrıca; Antoine de Saint-Exupéry’in “Küçük Prens” isimli eserini, bin sayfadan bugün elimizde olan haline dönüştürdükten sonra söylediği: “Mükemmelliğe, yazıya eklenecek hiçbir şey kalmadığında değil, yazıdan çıkarılacak hiçbir şey kalmadığında ulaşılır.” sözünün benzerini Alexandre Dumas’ın eserinde bulan Âkif, Sa’di’nin bir beyitle, bir kitapla anlatılacak şeyleri anlatabilen büyük bir isim olduğuna da dikkat çeker.

***

Sa’dî

(Dumafis) (Alexandre Dumas Fils)in (Ladam Okamelya)(bu eseri Türkçeye ilk kez Ahmet Mithat Efendi çevirmiştir)sını hepimiz biliriz, daha doğrusu müellifi yalnız bu telif-i güzini delaletiyle tanırız. Nasıl,  Fuzûlî’nin enin-i ruh-i giryanı (ruhunun acıyla sızlayışı/ağlayışı) üç beş gazelinde duyulur; Şeyh Galib’in Hüviyet-i şâiriyeti Hüsn ü Aşk’ının en parlak bir iki safhasında görülürse, Dumâfis’in kudret-i bülendi de anlaşılır.

(Sa’dî) ünvanlı bir hasbihale Dumafis’in eseri hakkında mütâla’a beyaniyle başlamak size garip geliyor, değil mi? Hâlbuki ben ne zaman Sa’dî’yi ansam arkasından Dumafis’i, ne vakit Dumafis’i tahattur etsem yanı sıra Sa’dî’yi bilâ-ihtiyar düşünürüm. Birbirinden asırlarla, dünyalarla ayrılan bu iki büyük fıtratı nasıl oluyor da yan yana getiriveriyorum, öyle mi?

Anlatayım:

Bundan yirmi beş otuz sene evvelki rüştiyelerimizde şimdikilerden pek çok değil, bir az hallice idi. Yani o vakitlerde okuturlar, fakat öğretilmezdi; şimdi de okutuyorlar, fakat öğretmiyorlar. Şu var ki eskiden daha çok şeyler okuturlar, tabir-i sahih ile daha çok şeyler ezberletirlerdi! Biz de mektep programındaki kitaplar meyanında gülistanı –beşinci bâb müstesna olmak şartıyla- bâb bâb okumuş, ezber etmiş idik. Artık Sa’dî’nin yaşını başını almış adamlar için yazdığı o muazzam eserden sekiz dokuz yaşındaki çocukların ne kadar zevk alabileceğini söylemeye hâcet yoktur. Her hikâyeyi okur; evvela kırık manasını verir, sonra tahlil-i sarfisîni, nahvisini (Arapça gramer) yapar; daha sonra mefhumunu su gibi söylerdik. Lâkin kıssadan hiçbir hisse çıkaramadığımız gibi hiçbir keyif de duyamazdık.

Öyle ya! Evlerinde “Bir padişahın üç oğlu varmış…” diye başlayarak kışın uzun gecelerini cabasiyle idare eden cinli, perili masalları dinlemeye alışmış kafalar iki üç satırlık hikâyeden ne anlayacak!

İdâdî (Lise) tahsilini bitirdikten sonra Gülistan’dan ezberimde kalan bazı hikâyeleri, beyitleri hatırlamaya, hatırladıkça o zamana kadar yabancısı bulunduğum bir neşveyi duymaya başladım. Üç beş sene daha geçince eserin büyüklüğünü hakkıyla takdir eder oldum.

Ziyâ Paşa merhum Harabat mukaddimesinde (giriş) İran şairlerini birbiriyle mukayese eder de nihayet “efser-i fazilet”i (fazilet tacı) Sâ’dî’ye verir. Merhumun bu hükmü, bilhassa:

Bir kimse okursa Bostan’ı,
Anlar o zaman nedir cihanı.

tarzındaki tavsiyesi Sa’dî’nin bu ikinci eserini de okumak için bende zaten bir heves uyandırmıştı. Kendisinden birçok acı, fakat doğru sözler işittiğim Ispartalı Hakkı’nın “Senin için Bostan’ı okumamış olmak adeta rezalettir!” gibi tezyifleri (değersizleştirme) o hevesi artık âzim derecesine getirdi. Bu kitab-ı mübini kim bilir kaç defa hatmettim! O vakte kadar okumadığıma kim bilir ne kadar pişman oldum!

Bostan’ın, kısm-ı â’zamı, birkaç beyti ancak meşgul eden küçük hikâyeleri beni saatlerce düşündürdü. Ben eserdeki azamet-i san’atı görür, fakat bu san’atın sırrını bir türlü anlayamazdım.

Nihayet, Garplıların, bilhassa Fransızların edebiyatını da biraz anlamak için o lisandaki maruf eserleri okurken Ladam o Kamalya’ya sıra geldi. Müellif kitabın baş tarafında diyor idi ki;

“Hakikat, üzerinde işlemekte olduğum bu kadar ufak bir mevzudan o kadar büyük neticeleri çıkarmak isteyişim benim için bir cüret görülecektir. Lâkin ben her şeyin az şeyde olduğuna kâni olanlardanım: Çocuk küçük, fakat kendisinde koca bir insan mündemiç; beyin daracık, lâkin mefkureyi ihtiva ediyor; göz bir noktadan ibaret, bununla beraber fezaları muhît.”

Şu satırları okur okumaz Sa’dî’deki sırr-ı san’atı anladım: Demek büyük büyük hikmetler, ibretler göstermek için uzun uzun vakalar tertib etmeye lüzum yokmuş; her gün görülen, her gün görüldüğü için hiç nazar-ı dikkati celb etmeyen hadiseler bir lehaze-i im’ân önünde namütenahi mevzular teşkil edebilirmiş!

Mesela Avrupalılarca dünyaya gelen şairlerin Homer’den sonra en büyüğü tanılan Firdevsî’yi ne yapayım? Altmış bin beytlik Şehnâme’si Bostan’ın yedi sekiz beyte varan iki hikâyesi kadar insaniyete hizmet edebilmiş midir?

Sa’dî’yi çekemeyen muasırlarından biri: “İyidir ama yalnız mev’ize (öğüt vermek) vadisinde güzel sözler söyler; yoksa Firdevsî gibi harb u darb tasvir edemez” demiş. Sa’dî bunu işitince: “Ayol, ben sulh adamıyım!” cevabını vermiş. Hâlbuki müşarünileyhin (bahsi geçen kişi) isterse Firdevsî gibi harb u darb tasvir edebileceğini gösterir eserleri de yok değildir.

Mehmed Âkif Ersoy

Osmanlıcadan Çeviren: Ömer Ertürk

DİĞER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir