DOSYA: Orada Ruha Yer Var mı?

Çağımızın ana göstergesi ne yazık ki hız haline geldi. Sürekli bir yere yetişme, işleri en kısa yoldan çözme ve hedeflere hemencecik ulaşma derdi tüm dünyayı sarmış durumda. Artık bir günün 24 saat olması bize yetmiyor. Gün içinde günlerin olmasını istiyoruz. Bunun nereye gideceğini açıkçası çok da kestiremiyoruz ama herkesin kendi kıyametine koşarak gittiği de bir gerçek. İşte bunları düşünürken “Bundan yüz yıl sonra yani 2119 yılında dünya nasıl bir hale gelecek, insanlar androidleşecek mi”, diye konuşmaya başladık ve bu dosyamız ortaya çıktı: “2119 yılında dünya nasıl olacak?”

Dosyamız; ülke, ekonomi, ulaşım, iş hayatı, dijital para, kılık kıyafet, yeme içme alışkanlığı, insanların istek ve eğilimleri, gelenek, kültür ve gündelik yaşamın yüz yıl sonra nasıl olacağına dair ilginç ve bir o kadar çekici yazıları barındırıyor.

Dosyamızın ilk yazısını Cüneyt Dal yazdı: “Orada Ruha Yer Var mı?”

***

Geleceğe dair konuşanlar ve fikri olanlar, genelde bilim kurgu literatürüne meyli olanlardan ya da teknoloji ile arasını hep sıcak tutmuş insanlardan çıkıyor. Zaten bilim kurgu kavramının tanımı da şu şekilde yapılmakta: “Çağdaş bilim verileriyle düş gücünden oluşan (film, roman vb.).” Ne yazık ki iki saha da ilgi alanıma girmiyor. Her halde bunun altında yatan sebep, gelecekle pek ilgili olmamam. Aslına bakılırsa Abdurrahman Büyükkörükçü hocanın Müslüman tanımlamasında şöyle bir ifade kullandığını hatırlıyorum: “Müslüman odur ki gerici olmak şöyle dursun, öyle bir ilericidir ki bu, ona ta ölümden sonrası hayatı hedefine yerleştirtir.” Böyle bakıldığında zannedersem bu yönden de nakısım. Ancak geçenlerde katıldığım “Yarının Eğitimi Zirvesi” adındaki program, bu hususta beni baya bir düşünceye sevk etti, diyebilirim. Konuyla ilgili genel hatlarıyla şu şekilde özetleyebilirim ancak:

Güney Kore’nin başarılı eğitim sisteminin ağırlıklı olarak konuşulduğu zirvedeki “yarın” kavramına uygun olarak Türkiye’de birçok yeniliğe imza atmış bir isim olan Ali Rıza Ersoy, “Endüstri 4.0” şeklinde adlandırılan ve o ana kadar hiç duymadığım bir “devrim” niteliğindeki süreçten bahsetti. Konuyu tarihten alıp ilk olarak 1800’lerin sonralarında su buharının devreye girmesiyle dünyada sanayinin, yani makine çağının -ki sonradan buna Birinci Sanayi Devrimi adı verilmiş- başladığını beyan etti. Ardından da ikinci olarak Amerika’da üretimin elektrikle buluştuğunu, böylelikle ilk kez “seri üretim” kavramının dünyaya kazandırıldığını ve bunun da sanayi mallarına (fiyat açısından) ulaşılabilirliğini artırdığını anlattı. Sonrasında da şu şekilde devam etti:

“Üçüncü olarak da 1970’lerde elektronik devreye giriyor ve dünyada otomasyon çağı başlıyor. Ve her şey böyle giderken yakın zamanda birden Doğu (Çin), işgücünün ucuz ve bol olmasından ötürü Batı’yı üretimde geçiyor. Bunu tehdit olarak algılayan Batı, hemen harekete geçiyor ve üç konuda yoğunlaşmaya başlıyor: 1- Hız (üretimde öyle hızlı olmalıyım ki Doğu beni taklit edemeden ben bir ürünün yeni sürümünü yapayım) 2- Esneklik (Doğu’nun işgücü ile elde edip fiyat rekabetinde ileride olduğu bu hususu, teknoloji ile ve makineler marifetiyle öyle bir yapmalıyım ki her türden ihtiyaca, üretim bandını durdurmadan karşılık vermeliyim), 3- Verimlilik (Çok daha az kullanarak çok daha fazla üretebilir miyim, sorusundan hareketle teknolojik gelişmelerden de destek alıp konu üzerinde çalışmalıyım). Bu düşüncelerin ardından Batı, Çin’den daha ucuza üretebilmenin, gelişen teknolojilerle birlikte mümkün olduğunu gördü ve bunu tek bir şeyle sağlayabileceği kanısına vardı: İnsanı sistemden çekerek!”

Ersoy’un buraya kadar anlattıkları tamamdı da bu son cümlesi, nedense birden bire beni etkisi altına aldı ve o kasvetli, mutsuzluğun hâkim olduğu o bol robotlu bilim kurgu filmlerinin içine hapsolduğumu hissettim. Hakikaten bu mümkün olabilir miydi? Neyse ki ardından “İnsan derken kas gücünü kastediyorum”, diye ekledi ve şöyle sürdürdü sunumunu:

“İnsan sistemden çekilince iki mucize birden gerçekleşiyor: Birincisi, sistem, hiç olmadığı kadar mükemmele yakın işliyor. Çünkü hatayı yapan insan… Her on kazadan dokuzunun insan marifetiyle olduğunu hesaba katarsak bunun tartışılacak bir yanının olmadığını düşünüyorum. İkincisi ise sistem, hiç olmadığı kadar ucuzluyor; çünkü asıl pahalı olan insan… Sonrasında bu sistem, Alman hükümetinin de işin içine girmesiyle 4.0 olarak adlandırılıyor ve Almanya, ben endüstrimi bu minvalde geliştireceğim, işte yol haritam, diyor. Ben de diyorum ki Birinci Sanayi Devrimi’ni birkaç yüzyıl, ikincisini 150 yıl, üçüncüsünü ise 50 yıl ıskaladıktan sonra bu dördüncü dalgayı lütfen ıskalamayalım. Üstelik bunlar bize çok uzak şeyler de değil ve gücümüz var. Sakın bunları uzay bilimi gibi anlaşılmaz ve hayata geçirilemez zannetmeyin…”

İlerleyen dakikalarda zamanın artık robotlarla değil, “cobot” adı verilen, aralarında iletişim sağlayabilen, öğretilebilen ve insana öğretebilen makinelerle işleyen zamanın olduğunu, Arçelik’in 10 adet cobotunu kendisinin yaptığını, 5 yıl içerisinde vücudumuza çipler takılabileceğini, bunda korkacak bir şeyin olmadığını, sistemde kalmak istiyorsak, çarkların bizi tükürüp atmasını, süpürüp geçmesini istemiyorsak bunun şart olduğunu, çünkü hâlihazırda Google’ın, kullandığımız cihazlarla nerede olduğumuzu bildiğini ve zaten TC numaralarımızla numaralandırılmışlığımızı detaylı bir şekilde anlattı. Hatta 2000 yılında, bir yılda üretilen verinin, insanlık tarihi boyunca üretilen veriye denk olduğunu söyledi. Ve bol İngilizce’li kelimelerle daha neler neler…

Anlatılanlar bana, hayal ya da çılgın bir bilim adamının düşleri gibi göründüyse de Ersoy, gayet ikna edici konuşuyordu. “İnsanı sistemden çek” mottosuna karşılık aklımda beliren “E peki işsizlik sorunu ne olacak?” sorusuna da yanıt verdi ve 16 yeni meslek dalının ortaya çıkacağını (Birkaç yıl öncesine kadar sosyal medya uzmanlığı gibi yeni yetme bir alanın olmadığının örneğini verdi tam burada), Almanya’da yapılan çalışmaya göre 4.0 sisteminde istihdamın yüzde altı artacağı yönünde hesaplamalar yapıldığını ifade buyurdu. Buna mukabil, insanlar yerine robotlarla dolu olan bir fabrikada kantine, servise ve ışığa ihtiyaç olmayacağını; dahası, şehirlerden olabildiğine uzak kurulacakları için insan yaşamına olumsuz manada etki etmeyeceğini ve evlerden tabletlerle yönetilebileceklerini söyledi.

Açıkçası tüm bunlar, başta da belirttiğim üzere benim gibi konuya yabancı biri için çok fazlaydı. Sonrasında sahneye çıkan konuşmacı ise Milli Eğitim Bakanı danışmanı olan Gökhan Yücel’di ve Çinli iş insanı, Alibaba Grup’un kurucu başkanı Jack Ma’dan da alıntı yaptığı üzere aslına bakılırsa geleceğin; makinelerin, bilimin vb. icat ve tekniğin değil; sanatın, edebiyatın ve insanî değerlerin olacağını (olması gerektiğini) ifade etti. (Hatta burada, Jack Ma’nın, hatırladığım kadarıyla çevirisi şu şekilde olan bir sözüne yer verdi: “Makinelerle başa çıkmak mümkün değil; iyisi mi biz, insanlık yönümüzü geliştirelim ve çocuklarımıza bunu öğretelim.”) Ancak diğer tüm konuşmacıların (ve genelde de sıklıkla Alev Alatlı gibi otoritelerin) değindiği gibi hepsi, geleceği inşâ edecek de perişan edecek de olanın, eğitim faktörü olduğu üzerinde durdu.

Sonuç itibariyle gerçekçi olmak gerekirse şahsım adına gelecekte hayatlarımızda, ruha çok daha az yer kalacak. Ancak aramızda hep birileri olacak, kalp denen organın, kan pompalamaktan daha başka işlevleri olduğunu söyleyen, haykıran, hatırlatan.

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • İhsanbul , 20/12/2018

    Okullarda bu konularda seminerler verilmeye başlandı. Teknolojik yenilenme ve gelişme adı altında verilen seminerler insan zaaflarindan arındırılmış sistemler ile suç işleme eğilimi sona erecek ve dine gerek kalmayacak diye bitiriyorlar. Ateist bir dünyaya gidiliyor diye ekleme yapılıyor. Bu meseleyi bu şekilde irdelendiği dünya kıyamete koşarak gider ve çok da yaşamaz bana göre.

  • Makinelestirilebilemediklerimizdenmisinizki , 20/12/2018

    Ey EdebiFikir
    Değil miyiz ki (:biz?)
    Edeb i fikir can ü dil
    Bir sevdiğim var
    İsmi de Yar
    Fizik kimya matematik
    İsmi bile bana ah u zar
    Kaldı ben cahil-i teknolojik
    İnsan bir lisan bir mi?
    Rakam aracı dil mi can mı?

    (ey Edebi Fikir bu akrostiş tüm ‘kimya’ dersinde ‘kim ya? Bu ben de kim? ‘ Sorusunu soranlara gelsin. Matematik dersinde atik atik yürüyen bindiği dalı kesen ama Cüneyt Dal’a konan şiircik kuşları gibi ürkek ceylan gibi (Sulhi Ceylan mı demek istediniz?) bu soruyu soran şiir(ciğ)i yazandan daha bilgili değildir.
    Not: bin kırk kaç eder? Ey EdebiFikir hep sen mi bize soracan bizim canımız yok mi? (:

  • Kimim ben? , 19/12/2018

    Öngörüler oldukç gerçekçi ve öngörüler oldukça korkunç…
    Bahsettiğiniz ışıksız ve mekanik seslerle dolu o “fabrika” ları düşünce irkiliyorum.
    Şehir değil çünkü içinde insan yok ama yapılaşmalar insanoğlunun en soğuk ve en modern tarafıyla gerçekleşecek.
    Biz bu çağda ne yapacağız Sulhi Ceylan?
    Göremeyeceksek bile görecek olanlara bir mektup yazmalısınız, hem bugünü anlatın hem de o çağda nasıl insan kalabileceklerini.
    Lütfen…
    Birileri bu görevi üstlenmeli!
    Derviş tanıdığınız var mı?

  • Korkunç , 19/12/2018

Kimim ben? için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir