Aşkın Sosyolojisi

“Aşk şakayla başlar ve ciddi durumlarla biter. Din aşkı inkâr etmez. Zira yürekler Allah’ın elindedir” der İbn-i Hazm “Güvercin gerdanlığı” adlı eserinde.

O. Wilde batıdaki aşk tefekkürünü anlattığı bir hikâyesinde aşkı duygu ve ruh dünyasından alarak maddesel âleme indirir. Neticede en ulvi tarafımıza hitap eden ve varlık nedenimiz olan bu metafiziksel yönümüz, tuzağında kapana kısıldığımız kapitalist dünyanın bir oyuncağı haline gelir.

Peki, aşk nedir ve nasıl olmalıdır? Ya da aşk dediğimiz şeyin bir tanımı var mıdır? Tek hece ve üç kelimeden müsemma bir kavramı tarif etmek zor olmasa gerek diye düşünebiliriz. Fakat istisnasız, kişiden kişiye değişen bu olgunun tarifi, onu yaşayanların çokluğu oranında belirsizliğini arttırır.

İbn-i Abbas “aşkın öldürdüğü kimseye kısas ve kefaret gerekmez” diyerek ilginç bir yorumda bulunur. İbn-i Hazm, kendi aşk tarifini yaparken onu “ruhların çeşitli yaratıklar arasında bölünmüş parçalarının birleştirilmesi”olarak ifade eder. Aşkın nedenini, bedenin biçimsel güzelliğinden azade olarak gören Hazm“Eğer öyle olsaydı, daha az güzel olandan bir şeyler eksilirdi” der. Üstada göre, aşkın nedeni ruhta oluşur ve orada başlayıp orada biter.

Aşk ruhların gönül hoşluğudur belki de; canların birbirinde eriyip kaynaştığı bir hoşluk. Aşkın ana kaynaklarından birisi de, hiç şüphesiz kendi dışında yer alan dış güzelliklerden etkilenmesiydi. Ruh, yaradılış itibariyle en güzel surete sahipti. Allah Kuran-ı Kerim’de bu gerçeği ilan ederken belki de bize, bilgi noktasında en büyük ipucunu veriyordu. Güzel, güzel olan şeyi severdi; yaygın kanaate göre. İşte aşkı, dışsal güzelliğe bağlayan şey de, ruhun kendisinde bulunan güzellikti.

Seven, sevdiğine benzemeli mi? Hipokrat’a göre bu değişmez bir ölçüydü. Çok sevdiği bir kişiyi yanında eleştirenlere karşı o, “Eğer o beni seviyorsa bende birçok huylarımla ona benzemeliyim” der. Bu mesele fizyolojik olarak da doğruydu. Psikolojik boyutta da siz, sizi seven insanları seversiniz. Eee, ne demişler kalp kalbe karşıdır. Baktığı yerden sevgi çıkaranlar, karşılık olarak da sevgi alırlar. İş nefrete geldiğinde de, alacağımız karşılık yine nefrettir. Eğer karşınızda Ahmet Yesevi ve ya Mevlana yoksa…

Aşk, belki de devası sadece, bu aşırı muhabbeti beslediğimiz kişide olan bir hastalıktı. Ya da bir dertti; ilacı acısında olan bir dert. Fakat bu derdin ilacı, acısı ile orantılı olmalıydı. Aksi takdirde Goethe’nin o ünlü eseri Werter’deki gibi, aşkı kendi boyutunda tek taraflı olarak yaşamak; ölüme davetiye çıkarmaktı. Bu kuvvetli duygu yoğunlaşması insanı Mozart yapabileceği gibi Werter de yapabilirdi.

Aşk nedir? Goethe’nin “Faust” isimli eserine baktığımızda; aşk, cinnetin kapılarını kırmak ve öz çocuğumuzu ellerimizle boğmaktı. Tolstoy “Bir İzdivacın Romanı” adlı küçük hikâyesinde aşkı “sadakat” erdeminin üzerine bina eder. Shaekspear “Otthello” da, büyük bir aşkı mahveden şey olarak kıskançlık ve dost ihanetini işler. “Romeo ve Julyet” aşkı ölümsüzleştiren bir eserdir. Dostoyevski “Beyaz Geceler” de, aşkı tükenmeyen bir umut ve her şeye rağmen beklemek olarak sergiler. Sevenin, sevilene karşı gösterdiği sabırdır, aşk. Hint, aşkın vatanıdır Cemil Meriç’e göre.  Ömer Hayyam için aşk ve şarap birlikte kutsaldır. Tasavvuf ilminde aşk sevdiğiyle bir olmaktır. Öylesine bir birliktir ki bu; ne sevileni ayırabilirsiniz sevenden ne de seveni sevdiğinden. Bir bardak içine dökülen iki ayrı su gibi karışmaktır aşk.

Dermanı, dert olan bu duygunun acı ile yoğrulmuş olma nedenini kim bilir? İbn-i Hazm’a göre aşk denen derde düşen kişi artık bu halden kurtulmak istemez ve o, dışsal olarak acı çeker gibi görünse de aslında içsel olarak zevk alıyordur. Zira aşığa derdi, sevdiği olurmuş. İnsan hiç sevdiğinden kurtulmak ister mi?

İbn-i Hazm’ın anlattığı bir hikâye vardır. Aşk hastalığından yani kara sevdadan yataklara düşen bir genci üstat ziyaret eder. Genç adamı oldukça zayıflamış bulan Hazm, ona teselli olması açısından dua eder ve der ki “Allah seni bu dertten kurtarsın.” Bu duayı duyan genç hüzünlenir ve “ben bu derdi seviyor ve ondan kurtulmak istemiyorken siz neden böyle bir duada bulunuyorsunuz” der.

Aşk, vaktiyle imkânsız gibi görünen işleri insana kolaylaştıran manevi bir olgudur, belki de manevi bir güç. Daha önce sevilmeyen ve iğreti gibi görünen bazı nesneler ve ya maddeler, bu duygu vesilesiyle size hoş gelecektir. O, zorları kolaylaştırırken; sevilmeyen, kötü olan şeyleri de güzelleştiren sihirli bir kaynaktır. O, size rağmen doğuştan olan huyları ve bazı kuralları değiştirir. Siz, hayatınızla alakalı ne kadar kırmızıçizgi çekerseniz çekin, son çizgiyi yine o çekecektir. Ve siz de bu sınıra efsunlu bir garip gibi boyun eğersiniz. Aşkın mekânı gönüldür ve gönül işleri akılla anlaşılmazmış.

Aşk; anlaşılmayan ve ne zaman başladığı, nasıl başladığı bilinmeyen, akılla açıklanamayan, tarifi olmayan bir ruhsal depremdir.  Şiddeti, kaynağı tarafından tespit edilemeyen bir deprem…

Kar soğuktur ve insanı üşütür. Lakin onu uzun zaman elde tutarsanız elinizi yakacakmış gibi bir hisse kapılırsınız. Zira zaman uzadıkça o soğuk nesnenin etkisi üşüme hissi yerine yanma hissi vermeye başlar.

Gülmek insanı rahatlatan bir olgudur. Vücut mutluluk hormonu salgılar ve insanın gülmesi başlar. Fakat haddinden fazla gülme insanın gözyaşlarına boğulmasına neden olur. Acaba bu olaylardan hangisi aklın sınırlarını zorlamaz ki? Her şeyi anlamak o kadar da kolay olmasa gerek.

Allah evreni üç hakikat üzerine yaratmıştır der tasavvuf erbabı: Muhabbet, musiki ve renk. Allah, ayı dünyaya âşık etmiş, o da aşkının etrafında pervane misali döner durur. Hidrojenle oksijenin aşkından su husule gelmiş. Herkes kendi meşrebince bu işin adını koymaya çalışırken o, anlamlara ve manalara bakmadan insanları esiri etmeye devam etmektedir. Fakat bu esaret öylesine meyveler vermektedir ki, bir bilge bu hissi taşımayanların insan dahi sayılamayacağını dile getirir.

Yaratılışın ana kaynaklarından olan muhabbet, hayatın en açıklanamaz olgusu olarak karşımıza dikilirken biz, yaşadığımız ve her gün tecrübe ettiğimiz bu olgunun hala tarifini yapamıyoruz. Ne kadar tuhaf bir şey değil mi?

Zâti, bir beytinde der ki; dün bir peri kızı rüyama geldi ve perilerden de güzel olan sevgilimin, rüyama gelerek beni göreceğini söyledi. O günden beri heyecandan, gözüme uyku girmez oldu.

Bir sanat müziği eserinde denildiği gibi; uykusuz gözlerde rüya olmuyor efendim…

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Seyfullah , 15/05/2016

    Çok güzel olmuş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir