Beckett Gibi “Bekleyiş”

“Biz kimiz, kimlerdeniz?” sorusunun cevabı nerede,  neyi, nasıl “bekle”diğimiz gerçeği ile yakinen ilişkilidir. Evet, yaşadığımız hayat bir “bekleyiş”, bizler de “bekleyen”leriz. Fakat her “dünya”nın farklı bir bekleyişi vardır ki, bu farklılık bizim aslında “kim” olduğumuzu gösterecektir. Zira nerede, neyi, nasıl bekliyor isek öyle hissediyor, yaşıyor ve göçüp gidiyoruz bu dünyadan. Dolayısı ile “bekleyiş”i irdelemek lâzım. Beckett, Camus ya da Kafka’nın tarafında, onlar gibi mi bekliyoruz yoksa Gazali, İbn-i Arabi ya da İbn’i Rüşt’ün beklediği tarafta mı bekliyoruz?

Godot beklenir fakat gelmez, Godot’un varlığı bile muammadır. Kafka’nın Josef K’sı kitabın sonunda öldürülür, belki de öldürülmemiştir, bu dahi belli değildir, Camus’un Yabancı’sında herkese ve her şeye  “yabancı” olan bir Mersault vardır, bir cinayet vardır, belki de yoktur. Yine Blanchot’un “Bekleyiş ve Unutuş”unda birbirini anlamayan adam ve kadın vardır. Belki de olan sadece adam ya da kadındır, belli değildir. “Belirsizlik” üzerine bina edilen bu eserler “absürd” diye adlandırılan düşünce sisteminin ürünüdür. Belirsizlik, bu belirsizliğin beslediği umutsuzluk, bu umutsuzluk ile “bekleyiş” ve gelmeyiş.

Sayfa 26:

“Estragon: Hadi Gidelim.
Vladimir: Gidemeyiz.
Estragon Niçin?
Vladimir: Godot’u bekliyoruz.
Estragon: (Umutsuzca) Ha!”

Kitabın sonu:

“Estragon: Ayrılalım mı? Bizim için daha iyi olabilir.
Vladimir: Yarın kendimizi aşacağız. (Bir an.) Tabi Godot gelmezse. – Peki ya gelirse?
Vladimir: Kurtuluruz.”

Kitabın başı da aynıdır, sonu da. Kitabın başındaki belirsizliğin ve umutsuzluğun yoğunluğu da aynıdır. Kurtulmayı ister ama kurtulamayacağını da bilir.

Ve burada sormalıyız sanırım: Godot’yu bekleyiş, bize yabancı bir bekleyiş mi yoksa bizden bir bekleyiş mi? Beckett’in bu bekleyişini okurken salt bir Batılının düşünüş sistemini anlamak için mi okuyoruz yoksa bu bekleyiş “bizden” olduğu için mi okuyoruz? Yahut şöyle soralım: Beckett ve biz aynı tarafta mıyız? Bekleyişimiz aynı belirsizlikte ve aynı umutsuzlukta mıdır?

Batılı olmak yahut Batılı “gibi” olmak farklı toplumlara hitap eden ifadeler. Coğrafi açıdan farklı toplumları ifade eder evet. Fakat “ruhi” açıdan Batılı olan ile artık “Batılı gibi olan” yani “Batılılaşmış” olan bence artık aynıdır. Bazı yazarlarca, Batılı olan ile Batılı “gibi” olanın zihninin de birbirinden farklı olduğu söylenir. Zira birisi direkt batılıdır, diğeri ise aslen Doğulu olmasına Batılılaşmış, Batılı “gibi” olmuştur. Doğulunun zihni karışıktır. Bir tarafı Batılı gibi olsa da Doğulu olan bir “dürtü” vardır onda hâlâ. Düşünürler bunu temel alarak Doğuluda “çeşitli katmanlar”ın çatışması var derler. Ve (Batılı ile Doğulu) zihinlerin -halen- birbirinden farklı olduğunu söylerler. Ben, zihinde bazı farklılıklar olsa da “Batılı gibi olan” bir “Doğulu”nun “Batılı”dan çok da bir farkı olduğunu düşünmüyorum. Bazı “dürtü”lerin varlığı bu hakikati değiştirmez. Örneğin; Batılı “gibi” oluşuyla övünen bir ailenin içki içmesine rağmen bir “dürtü” olarak domuz eti yemiyor oluşu, bunun bir hudut oluşu çok da anlam ifade etmez aslında. Bir zihnin biraz doğulu biraz batılı olması mümkün değildir. Zihin birinden ötekine kaydı ise artık “öteki”dir. Toplumun “düşünür” denilebilecek kesimi için de durum bu iken burada farklı bir okuma daha yapmamız icap eder. Bu bağlamda Daryüş Şayegan’nın “Yaralı Bilinç” adlı eserinde yaptığı değerlendirmeler üzerinden gitmek istiyorum: “Sartre’nin bir kitabı okunur ama bu kişinin çağdaş Fransız düşüncesi içindeki rolünün ne olduğu bilinmez. Freud düşüncesinin modern rasyonalizm akımında açtığı epistemolojik gediklerden habersiz kalır… Batı tarihinin farklı dönemlerinin ardında bulunan kavramsal yapıların neler olduğunu bilmez.”  Diyerek Doğulunun bilincini “yaralı” olarak niteler. Şayegan’nın doğuluyu tahlil eden değerlendirmeleri harikuladedir. Evet, Doğulunun bilinci “yaralı”dır. Fakat ben Şayegan’ın değerlendirmelerinden şu noktada ayrılmak zorundayım ki yaralanması ve bu yaradan aldığı mikrobun tüm vücuda yayılması ile birlikte bilinç artık başka bir şeye dönüşür. Zira mikrobun bilince girmesi ile her şey alt üst olmuş ve yeni bir durum husule gelmiştir ki artık zihin değişmiş, bilinç başkalaşmıştır. Bu aşamadan sonra Doğu ile Batı arasında kalmış bir zihinden değil, öyle ya da böyle batılı bir zihinden bahsetmemiz gerekecektir. Şayegan’ın Sartre’nin ya da Freud’un yani batı düşünce çizgisini, gelişimini yaşamamış zihinlerin tam anlamıyla Batılı olamayacağı eleştirisini ise hem kabul hem red etmek gerekecektir. Bir zihnin Batının düşünce gelişimini bilmeyişi onu batılı olmaktan alıkoymaz yalnızca bu düşünce gelişimine katkı sağlamaktan alıkoyar. Zira Batılılaştırma dediğimiz şey kitaplar ile değil tüm halk kitlelerini içine alabilecek bir “furya” ile bir “aptallaştırma” ile olmaktadır. Fakat Şayegan’nın işaret ettiği üzere bu “furya” ile batıya bütünleşmiş oluş Batının düşünce gelişimini bilmeyi doğrudan sağlamadığı için bu “furya”dan çıkış mümkün olamayacaktır. Şayegan’a bu noktada elbette hak vermek gerekir. Fakat bir zihnin Batılı gibi mi yoksa bir Müslüman gibi mi beklediğini en güzel “bekleyiş” gösterir bize. Zira nerede, neyi, nasıl bekliyorsak Beckett gibi bekliyor, onun “Godot’yu Beklerken”ini okuduğumuzda kendimizi de onun gibi “bekler” buluyor isek Beckett’in tarafındayız demektir.

Feyza Yapıcı

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • sessiz fırtına , 06/08/2015

    Şair ne güzel anlatmış beklemeyi:

    Herkes bekler,herşey bekler ama mesele kimi beklediğiniz kadar
    nasıl beklediğinizde de saklıdır..

    Eğer beklediğiniz bir gün gelip,kapıyı açıp,ben geldim dediği vakit
    karşısında kendisini buluyorsa,bekleyen bekleye bekleye beklediğinin aynısı oluyorsa,

    işte orda beklemek var diyebilirsiniz..

    gerisi boşuna…

  • yesil_kalb , 05/08/2015

    Ya beckett gibi bekleyemiyorsak..ya hiç beklememişsek

    bu yıllar bekleyemeyenlerin yılları değil mi?

    Zaman da artık sanki beklemiyor..

sessiz fırtına için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir