Son günlerde memlekette tuhaf olaylar vuku buluyor, diyenlerin sayısı çoğaldı. Gerçekten tuhaf olan, rahatsız edici durumların üzerinden bir yakınma mı bu, yoksa hayalî birtakım sancılar üretenlerin karın ağrıları mı, siz karar verin. İnsanın kendisi ve çevresi için yapay acılar üretmesinin tarihi yeni değil. Rahatsız olunan her durumun yahut olayın, toplum üzerinden pazarlanmasının tarihi ise çok eski sayılmaz. Pazarlanması diyorum çünkü bu yöntem satın alınan nesneler üzerinden memnuniyet alanı açıyor kendisine. Sözler, etkiler, duyumlar, olaylar kısa süre içerisinde kullanışlı nesneler halini alıyor ve insanlar yeni nesneler üzerinden etkileşim kuruyor. Nasıl bir yöntem bu? Biraz anlamaya çalışalım.
Aynanın Kör Tarafı
Freud’un bilme dürtüsünü açıkladığı, anlamaya çalıştığı tezlerinde “düşünce” faaliyetlerinin temelini merak duygusunun oluşturduğu görülür. Memlekette bu salt “düşünce” üzerinden kendine yol bulan merak unsurunun bilmeye ve anlamaya değil, örtmeye yahut saklanmaya yaradığını görmemek körlük olur. Kitle iletişim araçları çıktı çıkalı yığınlar ünsiyet kuramadıkları mevzulara bile balıklama dalmaya başladı. İnsanlarımız, kendi dertlerinden çok başkalarının yaralarıyla ilgili göründüler ve böyle görünmeyi de sürdürüyorlar. Bu, bir tür saklanma biçimi aslında. Söz konusu internet ortamlarında gerçekliği tartışılan “insan”lardan ve gruplardan bahsettiğimiz şu günlerde, attığı manşetten sonra gündemi tersi yönünde çevirebilecek güce sahip gazeteler çağı kapanmaya yüz tuttuğundan beri bazı rol belirleyici aktörlerin “trolleri” üzerinden sahihliği tartışılsa da yeni gündemler önümüze şıp diye düşüveriyor.
Her gün o kadar meseleyi, olayı, içtimaî yahut ferdî mevzuyu tartıp yorumlayabilen milyonlarımız var bizim! Ne var ki halen “entelektüel” seviyemiz muasırlaşamadı! Merakı sadece öğrenmeye çalışmak üzerinden harekete geçirmeye devam edersek “anlam” sürekli gözümüzün önünden yitip gidecek. Bu kısır döngü eğer bir kara delik tarafından filan yutulmaz ise, uyuyan uyuduğuyla, uyanıklar ise uyanıklığıyla kalacak. Başka yeni bir şey olacak değil. İnsanın kapasitesi, beyninin ne kadar çalışabileceği bellidir. Fakat bugün twitter’da görünen ve görünmeyen nesneler üzerinden yaptığı çıkarımlarla Heidegger’e pabuç bırakmayan; Aristo mantığını taca atıp Niçe’nin güç istencine burun kıvıracak kadar “bilginin kaynağını” bulmuş görünen nicelerini düşündüğümüzde aklıma takılan ilk soru şu oluyor: “Sürekli çıkarımlar yapıp, reçeteler yazıyorsun. Peki, bu debelenme niye, peki senin bu mahvına sebep ne, peki sen niye kuyudasın?”
İnsan Dediğin Kimin Kurdudur?
Henüz kendi meselesini çözememiş, çeyrek insanların, yarım insanlara; yarım insanların ise insanlara “adamlık” tasladığı bir mecradan başka bir yerden öte olmayan twitter, her gün açtığı kuyularda biraz daha yabancılaşıyor dünyaya, insana ve aslına… Sonra aynı insan, bir köpeğe yahut kediye verdiği değeri hemcinsi olana vermiyor. Mesela bir köpekcağız kuyuya düşüyor. İnsanlar onu kurtarmak için canhıraş mücadele veriyor, olması gerektiği gibi. Köpek kurtuluyor, kurtaranlar sevinçten ağlıyorlar. Çok güzel. Fakat şu Heidegger’e pabuç bırakmayan tayfa bu olayı alıp memleket meselesi haline getiriyor ve köpeğin üzerinden siyasî göndermeler, nutuklar, bağırış, çağırış… 3 milyondan fazla Suriyeli kardeşimizi topraklarımızda ağırlıyoruz. Birçoğu evsiz, işsiz… O zavallı köpekcağızın düştüğü kuyu kadar başımı sokacak bir yerim olsa diye her gün gözlerimizin içine baka baka eriyen hayatlar var. Karakış’ta çoluk çocuk tir tir titreyerek dükkân dükkân gezen, iş isteyen, geri çevrilen, hor görülen, aşağılanan insanlar şu Heidegger’e pabuç bırakmayan kofti kafalar nazarında hayvan kadar kıymet bulmuyor. Kışı dışarıda geçirmek zorunda olduğu için zatürreden ölen çocuklar var halen ülkemizde. Düştüğü kuyudan kurtarılan köpek gibi sizin göremediğiniz binlerce köpek de telef oluyor halen ülkemizde! Halen birçok belediye köpekleri zehirliyor. Fakat siz tek bir olay üzerine odaklanıyorsunuz ve bunu kasıtlı yapıyorsunuz. Köpeğin mağduriyeti üzerinden etrafa saldırıyorsunuz. Onu nesneleştirerek, duyarlılık kampanyası yaptığınız mecrada, sizinle omuz omuza veren birçok kişi “Artık İstanbul’da Arap görmek istemiyorum. Kendimi turist gibi hissetmek istemiyorum” diye yaygara kopartırken, biriniz de kalkıp “Yahu gözüne dizine dursun, bu insanlar sana ne yaptı; yediğin önünde yemediğin arkanda” diyemiyor, demiyor. Neden? Çünkü “İnsan, insanın kurdudur” felsefesini kanıksamış ve refleksleri bu doğrultuda olan insana, insanı sevdiremezsiniz. Onlar için diğer canlılar daha kıymetlidir. Çünkü insanı tehdit etmezler. Yani rakip değillerdir.
Hey, Kuyudasınız!
Sözgelimi, o kuyuya düşen köpek yarın kalkıp da onu savunan adamı işinden etmez, yerine geçemez. Fakat bugün savunduğu bir mülteci, yarın gelip onun işine engel olabilir. Böyle düşünen milyonlar var bu memlekette. Çok yazık ki böyle. Her Allah’ın günü kuyunun en dibine düşüyoruz da farkına varan başkaları oluyor; onlar da ertesi günlerde kuyunun birine düştüğünde onların yerine biz haber veriyoruz: “Hey! Kuyudasınız.” Aklını kiraya vermişlere söylenecek söz pek azdır fakat ben gene de şunu söyleyeyim: “Ne olursunuz, hayvana verdiğiniz değerin onda birini bari insana verin.” Son iki yılda ölen Suriyeli çocuk sayısından haberiniz var mı? Eğer olsaydı bir köpeğin kurtuluşuna sevinmiş gibi yapmaz bu olaya gerçekten sevinirdiniz ve onu nesneleştirmeden, onun üzerinden siyasi nutuk atmadan hareket ederdiniz. Şunu iyice bir öğrenin artık: İnsan, insanın kurdu değildir.
Mehmet Erikli