Kadın ve Kapitalizm Üzerine

“Kapitalizm ve kadın” meselesi üzerine konuşmak, trajik bir serüvene yolculuğa çıkmak demektir. Zira “kapitalizm ve kadın” meselesi, “salt”, kadının kapitalizm tarafından “obje” haline dönüştürülmesi meselesi değildir. Bundan çok daha fazlasıdır ve oldukça girift bir yapıda seyreder. Mesele, batıdan doğuya doğru seyir izleyen bir değerlendirme yapmayı gerekli kılar. Zira kadının kapitalizm ile olan ilişkisi batıda başlar. Batılı kadının Müslüman kadına model oluşu ile de doğuya sıçrar. Müslüman kadının batılılaşması ile birlikte de, batılı kadının daha 18. yüzyılda başlayan “kapitalizm” serüvenine eklemlenmiş olur. Yani batılı kadının kaderini yaşamaya başlar. Serüvenin neticesi ise; “kadın”ın “eşya”ya mahkûm oluşudur.

Werner Sombart, kapitalizmin lüksten doğduğunu; lüksü ise kadının ortaya çıkardığını söyler. Yani aslında kapitalizmin ortaya çıkışındaki sorumluluğunu kadına yükler. “Aşk, Lüks ve Kapitalizm” isimli kitabında bu görüş epey kuvvetli delillerle de desteklenmiştir. Elbette, bu okumanın “batı” eksenli bir okuma olduğunu söylemeye lüzum yok. Aydınlanma çağı ile dinin yavaş yavaş etkisini yitirişi, keşifler, feodalitenin yıkılışı, burjuvanın ortaya çıkışı, sanayi devrimi gibi birçok etkenin toplumda meydana getirdiği değişim ile birlikte bir okuma yapar Sombart. O, bu ortam içerisindeki kadını, kadınının “lüks”e düşkünlüğünü ve bu düşkünlüğün kapitalizmi doğuruşunu irdelemiştir. Lüks tüketim ürünlerinin kapitalist üretim merkezlerini oluşturduğunu, sistemleştirdiğini söyler ve şöyle der: “Zenginliğin gelişim gösterdiği ve aşk hayatının doğal ve özgürce (veya arsızca) boy gösterdiği bütün her yere lüks de egemen olacaktır… Yeniden çağımıza dönelim: büyük bir lüks var etmek için bütün koşullar hazırdır: zenginlik, aşk yaşamının özgürleşmesi, gruplaşmış, kitlelerin kendilerini diğerlerine kabul için gösterdiği çabalar ve daha önce de gördüğümüz gibi, 19. yüzyıla kadar daima zevk merkezi olmuş olan büyükkent yaşamı…” O’nun için, ortaçağın sonlarına tekabül eden yıllarda Avrupa’nın içinde bulunduğu hâl lüksün ve akabinde kapitalizmin doğuşu için biçilmiş kaftandı. Sombart’ın ulaştığı ithalat kayıtları ise bu iddialarını destekler nitelikte. Zira bu ürünlerin çoğunluğu lüks kategorisine sokulabilecek ürünler. Bu ürünlerin sürekli ve yoğun bir şekilde talep ediliyor oluşu kapitalist üretim ağını oluşturacak bir nitelik arz ediyor dersek yanılmış olmayız sanıyorum. Sombart’ın aktardığı anekdotlar ile birlikte ürünleri incelediğimizde ise ürünleri talep eden kişi olarak karşımıza “batılı kadın” çıkıyor. Sanırım burada biraz durmamız gerekiyor zira kadının kapitalizm trajik serüveni tam da burada başlıyor.

Her şeyin özgürleştiği(!), özellikle aşkın özgürleştiği dünyaya lüksün egemen olması tesadüf değildir, diyor Sombart. Evet, hiçbir kısıtlamanın kabul görmediği bir dünyaya, hiçbir kısıtlamayı kabul etmeyen bir “izm”in hâkim olması beklenmeyen bir durum olmasa gerek. Bu “izm”in ilerleyişi için “niçin” erkeğin değil de, kadının başat rol oynadığı mevzuunu ise sanırım; Sombart’ın “büyükkent” yaşamı dediği, o dini kenara itmiş, keşifler ile zenginleşmiş Avrupa toplumunda kadına “pasif” bir rol biçilişi ile açıklamak gerekir. Avrupa’da “Büyükkent”; aydınlanma çağının başlayışı, burjuvanın yavaş yavaş ortaya çıkışı gibi birbirini tetikleyen, aslında birbirinden beslenen olayların müştereken oluşturduğu bir vakadır. Dolayısı ile bu vakaların temel “felsefe”sini de içinde barındırır. Burjuvayı zengin yapan şey ticarettir, yani “eşya”. Dinden yakasını kurtarmak isteyen grup da yine burjuvadır. Zira ona ayak bağı olmaktadır din. Salt eşya ile münasebeti olan ve dinin kısıtlamalarından kendini kurtaran burjuva “büyükkent”i kurmuştur. Onun kurduğu “büyükkent” -dolayısı ile- salt eşya ile ilgilenen ve dinden mümkün olduğunca uzak kalmak isteyen bir kent modelidir. (Bu kent bizlere de yabancı değil, zira şuan içinde yaşadığımız kent modelinden bahsediyoruz.) Burjuva, ticaret ile parayı kazanır ve kentte bu parayı tüketir. Kadına salık verilen ise “salt” tüketimdir. Kıymetli eşyalar ile bezenmiş, kusursuz bir güzelliğe sahip olması ve dolayısı ile de “tüket”mesi gerektiğidir. Bunun sonucu olarak ortaya, basbayağı “pasif” bir kadın çıkmıştır. Bu kadının lüksün ve dolayısı ile kapitalizmin gelişiminde başat rol oynayışına şaşmamak gerekir. Kadının, bu “pozitivist” düşünce temelli role kendini kaptırmaması da mümkün değildi. Çünkü onu bundan alıkoyacak bir “nizam”dan yoksundu artık. Kapitalizmin ortaya çıkışında başat rol oynayan, bu “tüketici” vasfı ise, kapitalizmin sürekli artan hızla büyüyüşünün temel nedenidir zaten. Evet, bundan sonra batıda kadın “tüketici”dir. Onun tüketici vasfı kapitalizme teslim oluşundan gelir.

Kapitalizmin başat müsebbibi “batılı” kadın. “Batılı kadın” figürü ise Müslüman kadına “muasır kadın” adı altında bir “idol” olarak lanse edilmekte. Batılı kadın istediğini yapmada özgür oluşuyla, giyimiyle, her şeyiyle doğulu kadına örnek teşkil etmeye başladığında, aslında diyebiliriz ki batılı kadın evvela “lüks”ü ile Müslüman kadını cezbetmeye başlamıştır. Evvela batılı kadının “görüntü”sü gelir ve Müslüman kadına bu “görüntü”ye benzemesi gerektiği söylenir. Aslında, Müslüman kadının zihni ilk olarak “lüks” ile iğfal edilmiştir. Konulan bu figür sebebiyle kadınların zihninin, erkeklerin zihnine oranla daha sistematik bir şekilde batılılaştırıldı. Ve “Batılı kadın olacaksın!” denildi. Bu buyruk ile eğitildi, dönüştürüldü kadın zihni. (Bu dönüşümü Tanzimat döneminden günümüze kadar getirebiliriz.)   Dönüşüm -yukarıda da bahsettiğimiz- kadının “tüketici” bir statüye indirilişidir. Oysa Müslüman kadın “tüketici” değil “müstahsil” idi. Yani “yetiştiren, üreten” idi. “Tüketici”liğin ne demek olduğunu yukarıda izah etmeye çalışmıştık. “Tüketici” kavramı kapitalizm ile yan yana olan bir kavramdır ve doyumsuzca “eşya” ile meşgul olup “akletme” yetisinin körelmesi anlamına gelir. Müslüman kadın, kapitalist olmadığı için “yetiştiren, üreten” vasfını haiz idi. Müslüman kadının batılı kadına benzemeye başlaması ise, kapitalizmin gelişmesinde batılı kadınla yanyana yürümesi demekti. Müslüman kadının, “müstahsil” vasfından sıyrılıp “tüketici” oluşu demekti. Sürekli eşya ile meşgul olması, dolayısı ile “akletme” yetisinin kaybıydı. Yeniden altını çizmek gerekir: “Tüketici”lik kapitalizm terimidir. Ve “eşya”ya bağımlı, yani “kabuk”a hapsolmuş insanı niteler. Oysa İslam, insana “öz” ile meşgul olması gerektiğini söyler. “Öz” ile meşguliyet insanı “müstahsil” yapar. Müslüman kadın, batılı kadının “tüketici” kimliğini edindiği için Müslümanca düşünüşünü kaybetmiş, dolayısı ile müstahsil/yetiştiren vasfını da kaybetmiştir. Yani Müslüman kadın, batılı kadına dönüşmüştür.

Kapitalizm-kadın ilişkisi (Sombart’ın kabulünden hareket eder isek) Batı’da kapitalizmin lüksten doğuşuna dayanır, fakat yine kapitalizmin temelini teşkil eden pozitivist öğretinin Müslüman toplumları esir alışı ile Müslüman kadını da etkisi altına alır. Müslüman kadının kapitalizme esir oluşu demek ise, onun da sırf “eşya” ile haşır neşir olan “tüketici” kadın statüsüne düşüşü demektir. İki dünya kadının da bu “tüketici” vasfı edinişi, “üreten” yani “akleden” insanı vasfını ilga ile sonuçlanmıştır. Akletmek, “kabuk”tan “öz”e geçişi zorunlu kılarken “tüketici” olması hasebiyle kadın, salt “eşya”ya hapsolmuştur.

Feyza Yapıcı

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • kadın , 30/08/2015

    “tükete tükete tükeneceğiz”

  • naletolsundostum , 29/08/2015

    Biride kapitalizm ve erkek başlıklı yazsın artık yeteerrrrr

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir