Feyza Yapıcı, hayal ettikleri devlet ve toplum modelini oluşturmaya çalışan ütopya yazarlarını kaleme aldı.
***
Ütopyalar okuyucuya her zaman heyecan verir. Zira bambaşka, daha önce eşini benzerini görmediğimiz bir dünyaya kapı aralar. Bir yandan okuyucuya edebi bir haz verirken bir yandan da yazarı çok daha yakından tanımamız açısından yeni bir fırsat sunar. Hatta yazarın iç âlemi, görüşleri, felsefesi tam olarak ütopyasından anlaşılabilir. Her düşünürün -bazı noktalarda benzerlik gösterse de- kendine özgü bir ütopyası var. Düşünürlerin yaşadıkları farklı dönemlerin, mensubu oldukları farklı medeniyetlerin ve fikir dünyasının muhteşem bileşimidir ütopya. Bu ütopyaların incelenmesi, düşünürlerin hem yaşadıkları dönemi doğru anlamamıza hem de onları ütopya oluşturmaya sevk eden faktörleri görmemize yardımcı olur. Dahası, ütopyalar sahibinin felsefi sistemini bir bütün halinde bize sunar. Platon’u Devlet’inden, Farabi’yi Medinetü’l-Fazıla’dan, Thomas More’u Ütopya’dan, George Orwell’ı 1984’ten, Necip Fazıl’ı İdeolocya Örgüsü’nden anlamaya, içerisinde bulundukları siyasi ortamların bu düşünürlere neler hissettirdiğini hissetmeye çalışırız.
İlk olarak şunu söyleyebilirim sanırım: Ütopya, düşünürün o anda var olan düzende gördüğü eksikliklere, yanlışlıklara haksızlıklara karşı bulduğu çözüm yollarını sunarak veya -Orwell’da olduğu gibi- bu yanlışlıkların, haksızlıkların insanlık için neye mal olduğunu göstererek olaylara dikkat çeker. Düşünürler çoğunlukla siyasi otorite tarafından baskıya uğramış, haksızlıklara maruz bırakılmış, anlaşılamamış, sürekli suçlanmışlardır. Muhtemelen bu durum onları hayal ettikleri devlet ve toplum modelini oluşturmaya doğru güdülemiştir. Siyasi otoritenin yanlış uygulamaları ve kendi halkına yaptığı zulümler ile dertlenen düşünürler yarattıkları ütopya ile bizleri mutlak adaletin hâkim olduğu bir başka dünyaya davet etmektedir. Dolayısı ile düşünürün ütopyayı düşlemesinin ardındaki saik daha net algılanır. Böylece ütopyayı anlatırken düşünür ince ince işler anlatmak istediği can alıcı noktaları. Felsefi sistemini, medeniyet tasavvufunu, manevi dünyasını… Bu nedenle ütopya çalışmalarında düşünürün işaret etmek istediği noktanın salt ütopik bir ülke olmadığı üzerinde düşünülmesi gerekir.
Ütopyalar tam da bu noktadan yola çıkılarak anlaşılmaya çalışılmalıdır. Örneğin Thomas More ütopyasını “yaşanası yer” olarak oluşturmuştur. Oysa Thomas More’un ütopyasına göz attığımızda onun ideal ülkesinde bir tek tipleşme olduğunu görürüz. Aynı giyinen, aynı evlerde yaşayan, aynı yemekhanelerden yemek yiyen insanlar, aynı mimariye ve plana sahip şehirler… Şu an düşündüğümüzde More’un yaşanılası şehri bizlere totaliter zihniyeti çağrıştırır. Fakat More’un yaşadığı dönem İngiltere’sinde aralarında büyük bir uçurum bulunan soylu-halk ayrımının olduğunu biliyoruz. Kral ile sürekli ters düştüğü için More’un idam edildiğinden de haberdarız. Dolayısı ile sırf düşünürün ütopyasındaki ülkeye bakıp yazar hakkında peşin hüküm vererek değerlendirme yapılması ütopya eserlerini yeterince anlayamamamıza sebep olur.
Goerge Orwell ise 1984 adlı romanında oluşturduğu ülke modeliyle, –karşı- ütopya inşa etmiştir. Bir yaşanamaz dünya modeli. İnsanların zihinlerinin, duygularının tamamen devlet kontrolüne alındığı bu ütopyada “totaliter” devlet düzeni oluşturan yazar, bu devlet düzeni üzerinden bazı gerçekleri göz önüne sermeye çalışmış. 1984 romanındaki şu diyalog her zaman çok dikkatimi çekmiştir: O’Brien başparmağını kapatarak sol elini tersinden Winston’a gösterdi. “-Kaç parmağımı görüyorsun, Winston?” Winston; “-Dört” dedi. “-Peki, dedi O’Brien; -parti dört değil de beş diyorsa, o zaman kaç?” Özellikle, yazarın Sovyet Rusya’daki totaliter düzenden esinlenip böyle bir ütopya oluşturduğu yaygın bir kanaat. Evet, bu doğrudur. Ancak ben 1984’ü salt bu noktadan ele almanın büyük yanlış olacağı inancındayım. Bence, Orwell bize bir tehlikeden söz ediyor, bizleri uyarıyor. İnsanların bireyselleştiği, hatta egoistleştiği bütün insanî duygularını giderek yitirdiği, eleştirel düşünemediği ve olumsuzlukların farkına dahi varamadığı bir dünyaya doğru gidişimize işaret ediyor. Bu noktayı görmezden gelerek bu roman Sovyetlere ithafen yazıldı demek Orwell’ı anlayamamak/anlamak istememek olur.
Bu noktada bir de Necip Fazıl’ı anlayabilme hususunda bir değerlendirme yapabiliriz. Evet, Necip Fazıl Büyük Doğu mefkûresine sahipti. Necip Fazıl İdeolocya Örgüsü’nde, Büyük Doğu mefkûresinin devlet ve idare teşkilatını en ince ayrıntısına kadar çizer. Onun ideal devletinin kâinat tasavvuru adalet görüşü, müspet bilime bakışı, güzel sanatlar ve estetik telakkisi, kadın, erkek, asker, ordu, devlet, millet, siyaset, ekonomi anlayışı kısaca her şey İslam dinine dayanır. Ona göre bir hayat felsefesi, bir medeniyet projesi olan İslam bütün hayatı kuşatmalıdır. Necip Fazıl, insanoğlunda maddenin ötesini kurcalama ve ötelerin rüyasını yaşama cehdi, mucizeler bahçesinin renk ve ışık yüklü ufkunun İslam’dan sonra ortaya çıktığını söyler. Necip Fazıl Muhteşem ideolocya örgüsüne sahip “mefkuresi” ile karşımızda: Büyük Doğu. Fakat Necip Fazıl’ı bu ütopyası ile birlikte nasıl değerlendirmemiz gerektiğini düşünmek durumundayız. Osmanlı Devletinin çöküş sürecinin travmasını, hayal kırıklıklarını, çatışmalarını ruhunun en derinlerinde yaşayan bir mütefekkir ile karşı karşıyayız. Sosyalizmden Pozitivizme, Nihilizmden Egzistansiyalizme, Darvinizimden Sekülarizme her türlü “izm”in “işte dünyaya bu noktadan bakılmalı, hakikat burada duruyor” diyerek dimağları ve beyinleri yeniden biçimlendirdiği, algı çerçevelerini yeniden kodladığı zor zamanların varoluş kaygılarıyla kıvranan şairi olarak karşımıza çıkıyor Necip Fazıl. Bu anlamda Necip Fazıl’ın hayatını, zihinsel anlamdaki değişimlerini eserlerini, hakkında yazılanları okuduğumuzda çok net anlarız. Şiddeti oldukça yoğun manevî buhran içerisindeyken yol göstericisine ulaşan Necip Fazıl’ın düşünceleri, duyguları, davranışları yavaş yavaş yerli yerine oturmaya başlar. Ve işte bu noktadan sonra İslam’ı yücelten dava adamı olarak karşılaşırız onunla. Necip Fazıl’ın karşı çıktığı, satıh ve maddedeki garb taklitçiliği; özden, kökten amansız kopuş, batının “basit aklına” miskince teslim oluş muhteşem işlenmiştir İdeolocya Örgüsü’nde. Dolayısı ile İdeolocya Örgüsü’nü değerlendirirken salt devlet mefkûresi üzerinden değerlendirme yapılması yanlış olur. Dolayısıyla onu ve fikirlerini anlamaya çalışırken ruhunu kaybeden, ruhuna sırtını dönen, basit akıldan mütevellit batıya hayranlıkla bakan doğunun feci durumunu bize tüm açıklığıyla gösteren, ikaz eden, nedenler üzerinde düşünen ve gelecek konusunda uyarılarda bulunan bir mütefekkirle karşı karşıya bulunduğumuzu unutmamamız gerekir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, farklı dönemler ve medeniyetler içerisinde yaşayan düşünürlerce kaleme alınan ve yeni ufuklar hediye eden ütopyalar; her devirde düşünürce fark edilen, fakat insanlarca anlaşılamayan /anlaşılmak istenmeyen veya anlaşılsa bile ses çıkarılamayan yanlışları, haksızlıkları haykırır dünyaya.
Feyza Yapıcı
13 Yorum