09.00 Her salı sabahı evden savsaklayarak çıkıyorum. Kaçırdığım minibüsün, otobüsün ardından koşmuyorum. Her salı mütemadiyen işe geç kalıyorum. Müdürün, ustanın ve iş arkadaşlarımın “Nasıl bizden sonra gelirsin?” diyen tacizci bakışlarıyla göz göze geliyorum. İşe geç kalmanın tadını çıkarıyor, kasılarak yürüyüp iş önlüğümü giyerek makinelerin başına geçiyorum.
10.00 Her salı, bir şeyleri çabucak unutmaya başladığımı fark ediyorum. Bu unutkanlığım öyle bir raddeye varıyor ki çay ocağına varıp bardağı dolduruyor, bardağı masanın üzerinde unutup bölümüme geçiyorum. Her şeyi, herkesi çabucak unutuyorum. Beş aydır hiç görüşmediğim bir arkadaşımı arayıp konuşmaya başlıyorum. Sanki ardan beş ay geçmemiş, dün konuşmuş gibiyiz. Telefonu kapatıp cebime koyduğumda ise, beş aydır hiç görüşmemişe dönüyorum. Konuştuklarımı bile hatırlamıyorum. Bazen unutmanın bir nimet olduğunu düşünürken, bazen de aklımda bir soru dolaşıyor: Bir gün kendimi de bir yerde unutacak mıyım?
11.00 Her salı, işin en yoğun olduğu anda Wolfgang Borchert’in “Hayır De!” şiirini bağıra bağıra okumak istiyorum. Makinelerin gürültüsü bu isyanımı da bana unutturuyor. Sonra Borchert’in, “Bu Salı” kitabını niçin yazdığını, Kâmuran Şipal’in takır tukur Türkçesine nasıl tahammül ettiğimi merak ediyorum. Hele de baskısı olmadığı dönemlerde sahaf sahaf gezip “Bu Salı” kitabını aramama, bulduğumda da eski okuma iştahımın kalmamasına hiç akıl erdiremiyorum.
12.00 Her salı, bir dağ başına çekilip ömrümün geri kalan kısmını küçük bir kulübede geçirmek istiyorum. Bu istek arttıkça cevabını bilmediğim bir soruyla daha muhatap oluyorum: Bir dâhi miyim, yoksa bir tembel mi? Ne zaman dâhilikten söz açılsa, “Dehâ, hocasını iyi seçendir” sözü hafızamın çeperlerinden çıkıp gelir. Hiçbir zaman bir hocam olmadı. Bazı zamanlar hoca-talebe ilişkisi içinde olduğum insanlar oldu. Bana tavsiyelerinin beşte birini ancak yaptım. Kendi bildiğim doğrultuda gittiğimi gördüklerinde benden ellerini çektiler.
13.00 Her salı, yemekhaneye inmek istemiyorum. Menüde tavuk var. İhtimaldir ki bu yüzden salı günlerini hiç sevmiyorum. Belki de sevmemek için böyle çocuksu bahaneler arıyorum. İnsan zaten bulunduğu ândan ve mekândan hiçbir zaman hoşnut olmamıştır.
15.00 Her salı, insanın niçin sürekli dışarıya açılmaya çalıştığının üzerinde kafa yoruyorum. Neden, evimizde, odamızda kendimizle meşgul olmayız, kendi iç âlemimizi eğitmeye çalışmayız da hep başkalarına yardım etmeye çalışırız. Misâl, niçin öğretmen olmak isteriz? Ya da niçin vaizliği tercih ederiz? Niçin başkalarına bir şeyleri öğretmek için harıl harıl didiniriz? Niçin yazıyoruz? Haydi yazdık, niçin yayımlatıyoruz. Edebiyatın bir haz olduğunu, içine tamamen yönelmeden söylenen her sözün, yazılan her cümlenin bir geviş getirmek, sindirilmemiş şeylerin dışavurumu olduğunu niçin kabullenmeyiz?
16.00 Her salı işten kovuluyorum. Dört kez işten kovuldum. Dördünde de salı günüydü. Tesadüflere inanmayan bir adamım ve bu meseleyi rastlantıyla geçiştiremiyorum. İşten kovulmaya alışık ve kovulmayı bekliyor olsam da işsiz kalmak içimde tuhaf bir hüzne sebep oluyor. Bu durumu kendime iki şekilde açıklayabiliyorum:
İlki, annemle babam altı ay köyde, altı ay İstanbul’da kalıyor. Babam, “Buraya geliyorum, alışıyorum köye gitmek istemiyorum; köye gidiyorum, oraya alışıyorum İstanbul’a gelmek istemiyorum, ne tuhaf” diyor. Evet, bu her zaman böyledir. Ruh, alıştığı şeyden ayrılınca acı duymaya başlar
İkincisi, Albert Camus’nün, insanı en yalın bir şekilde özetlediği sözüyle: “İnsan ne ise ‘o olmayı’ reddeden tek mâhlûktur.”
17.00 Her salı, okuduğum kitaplar ve seyrettiğim filmleri düşünüyorum. O kadar görüntüye maruz kalıyoruz ki, muhayyilemiz dumura uğruyor. “Dünyanın Bütün Sabahları”nı karışık bir kafayla okumuş ve pek de beğenmemiştim. Sonra filmini seyrettim ve çok beğendim. Artık okuyarak hayâl edemiyoruz. İllâ seyretmemiz lâzım. Bu da bir çöküntünün habercisi. En nihayetinde insanın sadece kalbine karşı değil, üzerinde hakkı olan herkese, hattâ kullandığı eşyalara karşı bile mahcup olduğu bir devirde yaşıyoruz.
18.00 Her salı, istisnasız bir şekilde nefretimi celbeden bir cümleye denk geliyorum. Son günlerde sık sık rast geldiğim ve uyuz olduğum bir cümle: “Şeyhim kainata alışamadım.” Evet, modern insan tevazu yapayım derken bile artistlik yapıyor, kibre batıyor. Oysa eskiler olsa, “Şeyhim boğazıma kadar dünyaya battım” derlerdi.
19.00 Her salı, kendime mızmızlanacak bir şey bulabiliyorum. Bu salı payıma düşen: Oturduğum ilçenin tek sevdiğim yanı sükûnetiydi. Şimdi dakikada bir kalkan uçaklarla o sessizliği de bozdular. Bizi paklayacak bir tek köylerimiz kaldı. Köyler de artık o kadar uzak ki.
Celal Kuru
Resim: Jan Mankes
6 Yorum