Rüzgâra Tutulmuş Günler – 5

29 Ekim 2018 – Pazartesi

Feyyaz Kandemir, Bedri Gencer’in “Keşf-i Kadimin Altı Kapısı” isimli makalesini gönderdi. Çıktı alıp okuyuverdim hemen. Bilgisayardan ya da telefondan makale ve kitap okumaya alışamadım bir türlü. Bedri Hoca; makalesinin Fıtrat başlıklı bölümünde şöyle diyor: “Basitçe fıtrat, ilk tabiat, âdet, ikinci tabiattır. Rabbimiz, bu yaşadığımız Halk veya Hikmet âlemini diyalektik bir tarzda, zıtlardan vahdete gidecek şekilde yaratmıştır. Gaye, gayr-i mükemmel yaratılmış insanın mükemmele gitmesidir.” Âlemin zıtlardan ibaret olarak yaratılmasının sebebini insanın kemale doğru yolculuğu olarak açıklıyor Hoca. Zaten geleneğimiz de dünyaya seyran etmek ve kemal bulmak için geldiğimizi söyler. Âlemi seyran derken eşya ile Allah arasındaki irtibatı yani alakayı kurmak ve zıtlarını birbirine tevhid etmeyi kastediyorum. Zaten bunları yapınca da insan kemal bulmuş oluyor. Kendini bilmiş, anlama kavuşmuş ve eşyanın üzerindeki perdeyi kaldırıp, her nasılsa o şekilde eşyaya nazar etmiş oluyor. Bu olma halini insanın bir ömrünü kapsıyor ama o da sadece taliplileri için.

Allah Teâlâ dünyaya hem celal (azamet) hem de cemal (güzellik) sıfatıyla tecelli eder. Kişiye düşen bu iki ayrı tecelliyi var eden Allah’ı bulmaktır. Yani celal içre cemal, cemal içre celali fark etmek böylece de kesrette vahdeti (çoklukta birlik) yaşamaktır. Neşeli anlarda ve lütfa mazhar olduğunda, kişinin bu durumu Allah ile irtibatlandırması kolaydır. Ama bela, musibet ve kahırları da Allah ile alakalandırmak gayret ve sabır ister.

Zıtları; mesela kavuşma ve ayrılığı bir eylemek için kişinin, şair Sedat Umran’ın deyimiyle ben’inin acısını hissetmesi gerekir. Her ne kadar Sedat Umran bunu iyi şair olmanın sebebi olarak ortaya koysa da bu durumu tevhide ulaşma yolunda kinaye olarak kullanabilirim. Çünkü beninin farkına varmak ve onun terbiyesi için gayret gösterip hakikatini anlamaya çalışmak ben’inin acısını hissetmektir. Her doğum sancılı olur. Sancının insanı terbiye eden bir yönü vardır. Celalin içindeki cemali görmek, yani kahırdaki lütfun farkına varmak için sancı (acı) ile terbiye ediliriz. Bu terbiye ediliş -ki öncelikle irade ve sağlam bir niyeti gerektirir- adeta gözlerimizdeki zulmet perdesini bir bir kaldırır. Böylece kişi perdesiz bir görüşe kavuşur ve zıtları cem etmeyi öğrenmiş olur.

30 Ekim 2018 – Salı

Selim İleri’nin yeni çıkan bir romanını okuyorum bu aralar. Roman mektuplardan ibaret. Yazar, bir mektubun sonunu şöyle bitiriyor: “Yazdıklarımı ne olur oku; başkalarına, beni tanımayanlara yazmam imkânsız! Kendime merhametim ağır basmasa yapmayacağım çılgınlık yok. Beni oku, nefes almam için ümitler ver!”

Bazen olur. Dünyanın hercümerci bizi kendimizden bıktırır. Üstüne de çeşitli bela ve musibetler eklenince kımıldayacak yer, hareket edecek alan bulamayız. Böyle zamanlarda insan tutunacak bir dal arar. Tutunacak bir dal ararım. Fakat hayat tarafından köşeye sıkıştırıldığımız için tutunacak dalı pek de seçme hakkımız yoktur. İlk uzanan el, bize anne eli gibi şefkatli gelir ve o eli tutup anlatmaya başlarız. Çünkü insan iyi bir anlatıcıdır. Hele ki dert mevzubahis ise bu anlatıcılık yeteneği katlandıkça katlanır. Burada tutunduğumuz elin bizi anlaması hatta hak vermesinin hiçbir önemi yoktur. Biz sadece bir muhatap ararız. Anlattığımızda bizi dinleyecek bir muhatap. Nefesini hissedebileceğimiz, daha doğrusu nefes aldığımızı hissettirebilecek bir muhatap.

Neden? Neden bu kadar aciz olduğumuz, konusunda çok düşündüm açıkçası. Neden, bir nefese bu kadar değer verdiğimi de… Vardığım sonucun kimseyi mutlu etmeyeceğini bilmekle beraber itiraf etmeliyim. İnsan her ne ederse etsin, kendi için ediyor. Muhatap sadece bir nesne hem de hiçbir zaman özne olamayacak bir nesne. Çünkü insan asla kendi özneliğinden vazgeçmez. Sadece kendi özneliğini güçlendirmek ve hissetmek için hayatına kendisinin özne olduğunu hissettireceği nesneler katar. Çünkü kimse nesne olduğunu kabul etmek istemez. Bir oyun bu açıkçası. Kandırılan da kandıran da kendince mutlu.

Demek istediğim şu; en bahtsız anlarda tutunduğumuz el dâhil, hayatımıza giren herkes eninde sonunda nesneye evrilir ve hatta evrilmek zorundadır. Her insan bu sonuca göre başka birilerinin nesnesi iken, başka birileri de onun nesnesi konumundadır. Bu duruma insanlık ister istemez göz yumar. İnsan istediği zaman müthiş derecede kör olabiliyor!

Sulhi Ceylan

Rüzgâra Tutulmuş Günler 1
Rüzgâra Tutulmuş Günler 2
Rüzgâra Tutulmuş Günler 3
Rüzgâra Tutulmuş Günler 4

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • Birdost , 16/11/2018

    Her insanın bir başkasının nesnesi olması durumunu bir üst levele taşımak gerekirse:
    İnsan bizzat kendisine nesnedir. Belirli bir vakte/yaşa eriştiğinde o vakte/yaşa gelmek için katettiği yolları ve o yolları kateden kendisini dahi şuan geldiği vakit yaş yahut hâl açısından nesne görür. Zira o sıralar mevcut hâline tutunmuştur, ne yapmışsa o zamanki kendi için yapmıştır. Şimdi ise eskiden özne olan o kendisi artık aşılmış geçilmiş bir nesnedir. Çünkü artık yılların yolların ve hâllerin karılmasından teşekkül etmiş yeni bir kendiyle karşı karşıyadır.

  • İhsanbul , 13/11/2018

    Ömrü günlere bölen Allah’a şükürler olsun. Allah’ın rahmeti her güne ömrün parçası bakanların üzerine olsun. Sulhi Hocam her gün ömre dair yazılar ile bizi gün gün ömre taşımaya gayret ediyor. Kesretten vahdete…

  • Alev Alatlıyı seviyorum , 12/11/2018

    Tek yol “zikir” o halde…

    Insan “zikr”i ihmal ettiği için nefessiz kalıyor olmasın…

  • Penthos , 12/11/2018

    Kabz ve bast halleri arasında ağzı yüzü dağılanlar çok.
    Kesretten vahdete ulaşabilmek… Nasıl?
    Nasıl olacak bu hal?

  • Edebifikirli , 12/11/2018

    Bu dil birliği yapıp sustuğumuz durumun aksi düşünülürse, dünya nasıl bir yer olurdu ki?
    Sevgili editörümüz Sulhi Ceylan bu konuyu incelediği bir deneme yazarsa okur memnu ve cevaplanmış olur.
    Saygılar.

Edebifikirli için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir