Yaklaşık üç aydır her gece uykuyu gücendiriyor ve literatürümüze “Uykuyu gücendiren adam” deyimini kazandırma yolunda hızla ilerliyorum.
Uykuyu gücendirdiğim her gecenin sabahında dünyaya küs olarak uyandım. Önce patronlara küstüm. Parça parça da olsa iki ay işsiz tam bir aylak olarak dolaştım. Herkese aylaklığı tavsiye ettim. Patronların otoritesinden kurtulmanın tek yolu herkesin çalışmayı bırakmasıydı. Evet, bu tezim Çinlilerin bir araya gelip zıpladığında deprem etkisi yapacağı inancı kadar saçmaydı ama denemeden de karar verilemezdi.
Zamanla, madde olmayınca mananın da oluşmayacağı bütün çıplaklığıyla gözümün önüne serildi ve çalışmaya başladım. Bu sefer de toplu taşıtlara küstüm. Her sabah lanetler okudum. Günde on iki saati işyerine, üç saat yola mahkûm edip on beş saatimi çalan sisteme küfürler savurdum. Zamanla bunları da kabullendim.
Daha sonraki sabahlarda iyice mızmızlaştım. Arkadaşlarıma, tanıdığım tanımadığım bütün insanlara küs olarak uyandım. Yeni biriyle tanışmak da istemiyordum. O klasik “Nerelisin?” sorusundan nefret ediyor, sizli bizli konuşmaları tam bir züppelik olarak addediyorum. Telefonla bağımı kopardığım şu son günlerde aklımda kalan şu diyaloğu tekrarlıyorum.
– Ne yapıyorsun?
– Hiçbir şey
– Güzel. Net cevap. Tam senlik.
– Yalnızlığın dibini bulmuşum. Uzanıp saatlerce derin derin uyumak istiyorum.
-Hak edilmiş bir yalnızlık.
– Evet, öyle. Ne diyordu Cioran “Yalnız bir adamın yapması gereken şey daha fazla yalnızlaşmaktır.”
13 Ekim Perşembe sabahı uyandığımda ise, küsülecek yegâne insanın kendim olduğunun farkına vardım ve kendime küstüm. İlk insanın dünyaya gönderildiği günün telaşesi oturdu yüzüme. Dünyaya yabancılığım gittikçe arttı. Nesnelere aramda bir bağ kuramadım. Eşyaların ismini unutmuştum ve bana bu isimleri öğretecek bir melek de karşıma dikilmiyordu.
Bütün bu hezeyanlar içinde debelenirken, telefonum Hatip Ekinci ile Sahaf festivaline gideceğimizi hatırlattı. Yanıma Albert Camus’nun “Düşüş” romanını aldım. Kitabı elime aldığımda, üç aydır hiçbir şey yazamadığımı hatırladım. Cins kafaları okumanın insanı yazmaktan uzaklaştırdığını çoğu konuşmalarımda zikretmiştim. “Bir şeyler yazmıyor musun? Yeni hikâye yok mu?” diyenlere “En az yüz kitap daha okumadan bir şey yazmayacağım” derken içime yeni bir kurt düşüyordu. Ya yüz kitabı okuduğumda, “Bin kitap daha okumadan bir şey yazmayacağım” dersem.
Kitabı elimden düşürecek kadar dalmış olduğum düşüncelerden kurtuldum ve okumaya başladım. Altını çizdiğim ilk cümle: “Çağdaş insanı anlatmaları için bir cümle yeter: çiftleşirlerdi ve gazete okurlardı.” Bu cümleye günümüz insanı için düşündüğümde ise, aklıma ilk gelen, “Çiftleşirlerdi, sosyal medyaya girerlerdi ve dizi seyrederlerdi.” oldu.
Buhranlarım bitmek bilmezken yol bitmişti. Saat 14.00’de Hatip’le buluştuk. Hatip’in ilk dikkatini çeken şey benim uzamış ve dağınık sakallarım oldu. Sahaf festivaline doğru kırgın adımlarla yürüdük. Geçen yıl rahatsızlık duyduğumuz o popüler kitaplar yoktu ya da göze batmayacak kadar azdı. Bu sene daha da dolu doluydu raflar. Ziyaretçilerin de daha titiz olduğunu gözlemledik. Yalnızlığımızı büyütecek kitapları yine çantamıza doldurduk. Kitapların arasında üç saatin nasıl geçtiğini anlayamamıştık ama ayrılık çanları çalmaya başlamıştı bile.
Saat 17.45’te Feyyaz Kandemir ile Eyüp Sultan’da buluştuk. Çayların ardı arkası kesilmezken, Feyyaz kendine hemdert bulamamaktan yakındı ve ahir zaman insanın en büyük hastalığı olan yalnızlıktan dem vurdu saatlerce. Hesabı ödeyip kalkmaya yeltenirken, Bilal Taş ve arkadaşı Mürşid Cingal masada beliriverdi. Bilal, bir insanın asla yalnız kalmayacağını savunuyor ve yalnızlık hastalığının koskoca bir aldatmaca olduğunu iddia ediyordu. Elindeki telefonu gösteriyor ve ateşli bir şekilde, “Elinde böyle bir iletişim aracı olan asla yalnız kalamaz.” diyordu. Tam bu esnada, Feyyaz benden yalnızlığı tarif etmemi istedi. Ben ise yakın zamanda başımdan geçen bir anekdotla yetindim. “Saat ikiye geliyordu. Kitap okurken sol tarafıma düşmüş ve uyuyakalmışım. Uyandığımda ise sol tarafım tamamen uyuşmuştu. Sağ tarafım ise üşümüş ve tutulmuş bir haldeydi. Beni uyandıracak kimsenin olmaması, benim o sefil hâle düşmem, işte yalnızlık budur,” dedim. Kimse tatmin olmamıştı ve yine herkes kendi yalnızlığına, kendi bilinmezliğine doğru yürümek için masadan kalkmıştık.
Eve geldiğimde eskilerin deyimiyle saat yarımı bulmuştu. Hiçbir şey yapmadan çekmeceden not defterimi çıkarttım ve yazılacaklar arasına “Yalnızlığın Anatomisi”ni de ekledim.
Celal Kuru
11 Yorum