Ara ki Bulasın

Ne vakit göğsüme gelse dursa bir sevinç, içimde Rahime’nin ismini haykıran sesler işitirim. Bir kuş görsem bir köşede mesela cıvıl cıvıl cıvıldayan, misk kokan çiçekler ya da… İsterim ki oracıkta Rahime yanımda olsun, tutayım ellerini “Bak!” diyeyim, “Bak, ne güzel cıvıldıyorlar şu kuşlar, şu çiçekler ne hoş kokuyorlar!” Evet, isterim; istemekle bitiyorsa iş! Ama yanımda olmasa da ben yine de tutamam kendimi, söyleyiveririm söyleyeceklerimi. Çünkü Rahime’nin hayranlık içindeki bakışları gelip durmuştur zaten gözümün önüne o an, misk kokular içinde yüzüne vurmuş esrik tebessümüyle o mestane duruşu, başka hiç bir şeye benzemeyen o kendinden geçişi…

“Of ulan oof! Yürek mi dayanır bu hasretliğe, ey iç dünyamın dilsiz ahalisi; yaprakları mürekkep, mürekkebi sevda kokan hatırat; yüzü kireçli öksüz duvarlar! Siz söyleyin, yürek mi dayanır?” diye çığırmış ve katiyetle bir hal çaresini bulmaya karar kılmıştım sonunda. Aksi takdirde, yarım bir aklım vardı, onu da Rahime’nin hülyasıyla yiyip bitirecektim.

“Bir çare! Bir çare!” diye diye odanın içinde ayak basmadık yer komadım! Düşündüm, taşındım, ince ince kaşındım; indirdim, kaldırdım, aklımı bin bir çeşit âleme daldırdım ne var ki sadra şifa hiçbir şey bulamadım. Bulamamakla da kalmayıp aranıp dururken az kalsın kendimi kaybedecektim. Dayanamadım çıktım evden. Tövbe, ne çıkması! Evden kendimi kustum resmen! Dar geliyordu artık dört duvar. Bulsam kanat takıp göklere uçacaktım. Belki oraya sığarım, ne gezer! Beni boğan duvarları ben gönlümün etrafına örmüştüm bir kere. Taşımın çamurunu da Rahime’yle karmış, gönül ateşiyle pişirmiştim. Ondan sonra, “benim” diyen “fatih” gelsin de aşsın bakalım. Aşılır mı?

Esip geçen tozlu bir yel gibiydim bahçedeki ağaçların arasından geçerken. Bulanıklığımdan ne ben etrafımı seçebiliyordum, ne de etrafımdan seçilebiliyordum. Yürüyordum sadece, yürüyordum, ama nasıl! Gel gör beni! Bir dağ yıllar sonra yerini yadırgamış da kendine mekân aramaya çıkmış gibi. Adımlarım yere çarpan yıldırımlar misali gürüldüyor, hiddetimden arzı inim inim inletiyorum sanıyordum. Çünkü yetmişti gayrı; tak etmişti canıma! Hem de ne tak! Rahime’yi göremediğim bir gezegenin, gözümde ateş çukurundan farkı kalmamıştı.

Ayaklarım iyice hızlanmış, sokakları tüketmiş ve nihayet köy meydanına varmıştım. Kahvehanede her günkünden farklı bir hal vardı. Dikkat kesilince bir gurubun diğerlerinden biraz fazla büyük olduğunu fark etmiş, yine bir ırgat toplama meselesi olduğunu düşünmüş, aldırmamıştım. Zira bu defa rotam kahvehane değil, yürüyüşümün sekteye uğramayacağı bitmeyen yollardı. Ki dümdüz gideydim dereleri, tepeleri; az demeden, uz demeden. Fakat gel gör ki kader, maksadımızı bir kez daha elimize tutuşturmuş, yine kendi pişirdiği aşı önümüze koymuştu. Kahvehaneden bir ses yükseldi apansız:

– Rıfat!

Rüstem amcanın sesiydi bu. Hemen tanıdım.

– Buyur Rüstem emmi!

– Di gel hele gel, geel!

Kudurmuş denizlerin serseri dalgaları gibi dalgalanıyordu kolu “gel gel” ederken. Yüzünde ateşi yeniden bulmuşçasına yayık bir gülüş ve açık durmak için tüm yüz kaslarıyla güreşe tutuşan iki ısrarcı göz. Niyedir bilmem, “yok” diyemezdim kendisine hiç. Çaresiz kırdım dümeni doğruca kahvehaneye.

– Hayrola Rüstem emmi! Bir mesele mi var?

– Var ya var? Olma mı heç! Abdullah ağa konağa bir adam bakarmış.

– Essah mı diyon?

– Essah diyom la tabiî. Benim yalan gonuştuğum nirde görülmüş, andaval! Otomobilden anlar, şoförlük yapar, şâre gider-gelir bir adam… Haa bir de okuryazar! Devletle, hökümetle anlaşır, emin bir adam. Benim de heman ahlıma sen gelivirdin. Nasıl, gelir mi işine?

Bir an dünya gözlerimde bulandı; vücudum hararet yapmaya, hafifçe bir sarsıntı her yerimi kuşatmaya başladı. Yangın çıkıyor zannetmiştim. Fakat tepki verecek kuvveti kendimde bulamamıştım. Az sonra, aval aval duruşuma dayanamamış olmalı ki beni şiddetli bir zelzeleye koydu kollarıyla.

– Hoop! Rıfat, gendinde misin len! Bir şey desene oğlum, gelir mi işine?

“Ne diyon sen Rüstem emmi, ne diyon! Ne işi, ne aşı; ta can evime gelir de başköşeye oturur! Bırak şoförü, kapısına üç beş kemiğe it arasa, iti olurum. Değil mi ki Rahime’m ordadır. Onun olduğu yerde taş aransın, ben taş olurum; ocakta yanan talaş, kazanda kaynayan aş olurum. Kendimi paspas eder eşiğine sererim. Bir ayak sürtmeye bin sene beklerim. Çıkardığı tozu sinemde saklar, servet bellerim…” Göğsümde, bunun gibi daha bir sürü cümle, kafesini kırmış kuşlar gibi sağa-sola uçuşup duruyordu da neyse ki gelip de dilime konmuyordu. Teklifi kabul etmiştim lâkin kabul kelimelerinden eser yoktu hafızamda. Ama önemi yok. Şükür, kabul ettiğimi anlatabilmiştim ya ona bak sen. Çünkü ona bile takat kalmamıştı dilimde de dizimde de. Eve dahi zor atmıştım kendimi.

Bayram heyecanı yutmuş çocuktum bu gece, mutluydum, umutluydum; deryasını bulmuş nehirdim, hem vardım hem yoktum; mekân ‘içre’ bir beşik, zaman ‘içre’ bir meddücezirdim, gidip gidip geldim; potası çatlamış eriyik demirdim, sızdım, aktım; sıcak sıcak… Ve kendime virdizeban eylediğim şu iki şirin kelimeydim ben bu gece: “Bekle beni Rahime!..”

Hatip Ekinci

Önceki hikâyeler için

Cıncık Kırığı
Ateşin Yalımları
Pulsuz Mektup
Kilitli Çekmece

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Faik Büyükkartal , 23/04/2018

    Hatip Ekinci öykücülüğü, yeni Türkiye’nin sesini yansıtması açısından dikkate değer bir grafik çiziyor. Kökü Sait Faik’te olan bir atiye hazırlıyor oku. Ekinci öykücülüğündeki Puşkin esintilerini, O.Henry kımıldanışlarını, Maupassant kırpışmalarını da es geçmemek lazım.

    Sayın Ekinci, yeni milenyumun sesini bulmuş nadir kalemlerinden biri olarak okuru selamlıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir