Ömer Hoca’ya
Mutfağa son kez girdim. Yeşil örtülü masanın üzerindeki küçük cam kâsede leblebiler vardı. Hepsini cebime doldurdum. Briketlerini ellerimle dizdiğim, temelinde, sıvasında, hatıralarım olan evime hırsız olmuştum. Hem de leblebi hırsızı. Yaklaşık beş yıldır içime kattığım ne varsa kurtulmak, daima taze kalan bir alışkanlığım, bir dürtüm olmuştu. Bir bahar gecesi ansızın ait olduğum yerleri terk etme arzusunun gönlüme düşeceği ise aklıma bile gelmezdi. Biliyordum bu işe en çok yengem sevinecekti. Evi hiçbir karşılık beklemeden onlara bıraktığımı yazdığım küçük not kâğıdını leblebi kâsesinin önüne koydum. Ertesi gün pazardı. Ve bahar pazarları abim için bahçede mangal vazgeçilmezdi. Geleceklerinden de, gittiğime üzülmeyeceklerinden de şüphem yoktu. Bundandır, bir an vazgeçecek oldum. Meydan kimlere kalıyordu böyle! Düşünceme gülümsedim. Kapıya yöneldim. Kapının kenarındaki küçük ayakkabı dolabından babamın kundurularını çıkardım. İki basamaklı merdivenin önüne koydum. Tam kapıyı kapatmak üzereydim ki gözüm kolondaki fotoğrafa takıldı. Annem, ben ve abim. Henüz evimiz yok. Boş arsa, etraf kuru ot dolu. Arsayı aldığı gün göstermek için bizi getirmiş ve ilk iş olarak heyecanla fotoğrafımızı çekmişti babam. Abimin eli pantolonun yamasını kapatıyor. Kameraya bakmıyor, ifadesinde ise bir boşluk var. Annem abimin omzuna dokunmuş. İkimiz gülümsüyoruz. Ayakkabılarım yırtık. Pantolonum abimin eskisi. İki yaması var. Biri abimin, biri benim futbol hatıram. Dalmıyorum geçmişe. Kafamı gülümseyerek sallıyorum.
Dönüp son bir kez konusunu içime çekiyorum. Bilindik o keskin huzur verici koku. Bu huzur ne zamandır beni rahatsız ediyor hatırlamaya çalışıyorum. İnsan, sahip olduklarından vazgeçtikçe, bulduklarının sarhoşu oluyor. Kapıyı sanki içeride biri varmış gibi sessizce kapatıyorum. Kapının ardında bir yerde rahatsız etmek istemediğim bir ben kaldı. Son bir kilitliyorum. Kolumu yukarı doğru iyice gerdirip anahtarı tavan arasına fırlatıveriyorum. Bir şeyler çatırdıyor. Sonra içimde bir duvar yıkılıyor. O anda ellerimi cebime koyuyorum. İnsanın bazen düşüncesi donuklaşır. Derin, huzur verici bir boşlukta yüzer tek kulaç atmadan. Tâ ki koca bir balık onu yutana kadar…
Sahildeyim. Havada ılık bir bahar rüzgârı var. Bir hatıra canlanıyor hayalimde. Gecelerden birinde Osman’la buralarda dolaşıyorduk. Sevgilisinden yana dertler yanıyordu. Bense hangi derdinden yakalasam da onu bu sevdadan vazgeçirsem diye düşünüp duruyordum. Nihayet konu güvene gelince, hazine bulmuş gibi sevindim.
– Ya hu Osman, ben olsam böyle yaşayamazdım kardeşim. Her an yanında olmayan birine güvenmek seni yormuyor mu?
– Güvenmeyeyim de kahrımdan öleyim mi be gözüm. Hem ben her şeyi görmüyor olabilirim. Allah görüyor, biliyor ya, o bana yeter.
Sustum. O geceden sonra herkesten kelimeler toplamaktan başka şey yapmadım. Gerçekten, başka hiçbir şey. Ve artık bu şehirde yapılmayasılar tükenmişti. Ne yapsam da şu denizi aşıp uzaklara gitsem diye düşünürken, yanımda Ömer Hoca bir ruh gibi beliriverdi.
Ömer Hoca… Büyütülen öfkelere daima gülen adam. Benim en büyük öfkem, koca kavgam. Şimdi de bana gülüyordu.
– Hayırdır Enes, Seni gecenin bu saatinde buraya getiren hangi derttir? Anlat hele!
– Gitmek istiyorum hocam.
– Arabayı karşıya park ettim.
Böylece ben ve kavgam, bir gece vakti, hesap etmekten imtina ederek her şeyi, bir boşlukta süzülerek, fren tutmadan ve en çok da gülümseyerek, yola çıktık…
Ayşe Sever
5 Yorum