Dört Dakika

Uçağı kaçırdım. Giriş kapısına vardığımda uçağı kaçırmış başka bir adam, görevlileri ikna etmeye çalışıyordu. Tur rehberiymiş, uçakta yirmi iki kişilik ekip varmış. Büyük rezalet. Kalp krizi geçirmek üzereyim diyordu fakat telsizin öbür ucundaki yetkilinin, kardiyolojik problemlerle bir ilgisi yoktu belli ki… Hatta sesi o kadar soğuk geliyordu ki muhtemelen o esnada sabah kahvesini içiyor, operasyon akışlarını kontrol ediyordu. Bu adamın derdi benimkinden büyüktü ve onunki kadar sağlam bir bahanem yoktu. Israr etmeye yüzüm olmadı.

Aslında her şeyin sebebi gece verdiğim o kritik karardı. Sabah vakti uçuşum varsa gece gözüme uyku girmez, sair zamanların aksine alarm zili beynimde bir ağaçkakanı uyandırır. Bu sefer öyle olmadı. Ertesi gün çok uykusuz kalırım endişesiyle akşamdan çantamı hazırladım, peş peşe iki alarm kurdum. Dörtte uyanacak, en geç dört buçukta evden çıkacaktım. Uyandığımda beş buçuktu. Beynimde kolaya atılmış patlayan şekerlemelerin şenliği vardı âdeta. Havai fişekler uçuşuyor, vücudumdaki bütün kan beyin hücrelerimi beslemeye çalışıyordu. Ne yapacaktım?

Hızlı düşünmek yetmiyor, aynı anda karar verip bir an önce evden de çıkmam gerekiyordu. Saniyeler içerisinde unuttuğum bir şey var mı diye kontrol edip aynı saniyeler içinde güzergâhı gözden geçirdim. Beş çeyrekte Fikri abiyi alacaktım. Telefona baktım, cevapsız çağrı yoktu zira orta şiddette bir deprem iletişim ağını kilitlemişti. Neden bu operatöre geçtim ki? Geçtiğim gün pişman olup eskisine geri dönmeyi düşünmüştüm fakat onlara da kızgındım. Turkcell’e vermek istediğim ders gittikçe pahalıya mal oluyordu. En iyisi internet yoluyla aramaktı. Eyvah ki ne eyvah! Fikri abi dokuz kez aramış zaten.

“Abi sen havalimanına taksiyle geç ben geliyorum…”

Evden çıktım, 5.42… Fikri abi taksiyle gitti. Peki, arabayı kime bırakacaktım? Raşit abiyi uyandırdım.

“Abi başım sıkıştı sana geliyorum.”

“Gel kardeşim…”

Raşit abi, başınız sıkışınca arayacağınız ilk kişilerdendir. 15 dakikada Raşit abiye yetişsem, oradan 10 dakika havalimanına varsam yetişirim galiba. Köprüyü geçtim, 5.54… Yok olmayacak, yirmi beş dakikada varsam? Ya nasip…

Her isteyene yol veren, selektör yapana uyuz olan ben, sabah trafiğinin canavarı ilan ettim kendimi. Bir yandan telkinler; “Hiçbir şey candan kıymetli değil!” Fakat vakit geçiyor, kapıyı açmış yolcuları almaya başlamışlardır. İşte bu duygu savunmasız anlarımda esir alıyor beni. Olmadığım yerde hayatın devam ettiğini algılamakta zorlanıyorum. Ben vardığımda insanlarla ve hayatla dolan bir boşluk düşüncesi beni kendine kilitliyor. Allah’ım, bu nasıl bir kibir böyle? Dünyanın benim etrafımda döndüğü düşüncesinden kurtulamıyorum.

Yol akıyor fakat bitmiyor. Önümdeki beyaz araba, lütfen biraz daha hızlı. Ya da çekil önümden… Al sana selektör! Yaklaşık bir dakika kaybediyorum. Derken yağmur serpiştiriyor. Yolların en tehlikeli olduğu an… Frene basmamak lâzım fakat yüz seksene dayanan ibre öyle demiyor. Fizik kanunlarına göre yüz yirmiyle giden araca yüz seksen kilometre bölü saat hızla çarptığında teorik olarak altmış kilometre bölü saat hızlı bir çarpışma etkisi oluşması gerekiyor. Fakat fiziğin bir kızım olduğundan haberi yok. Yine telkinler: “Hiçbir şey bir çocuğun babasız kalmasından kıymetli değildir!”

Yağmurun şiddeti artıyor. Her bir damla uzun namludan çıkmış gibi. Sokak ışıkları, tehlikeli bir noktayı ısrarla işaret eden sağır dilsiz bir çocuk gibi, ısrarla yağmur damlalarını gözüme sokuyor. Gökyüzünden arabanın ön camına uzun mermiler düşüyor aralıksız. Ah şair olsam da şu manzarayı anlatabilsem… Hayır, pilotların şairlere bir zaafı yok ve geç kalan herkes eşit havayolu kuralları karşısında… Hiçbir şey görmüyorum. En az üç dakika daha kaybediyorum.

Havalimanına girince bugüne kadar sakındığım tüm kabalıkları döküverdim orta yere. Giriş kalabalık.

“Fast track nerede?”

“Şu tarafta beyefendi”

“Orası çok uzak, buradan geçebilir miyim?”

Soru kalıbı arkamda kalıyor, zira o esnada geçmiş bulunuyorum. İkinci güvenlik noktası…

“Fast track nerede?”

“Bir üst katta beyefendi”

Beyefendi babandır demek için ne kadar da güzel bir gün… Bu sefer gidiyorum o tarafa, fakat bunun için ayrı bir kod gerekiyormuş. En az üç dakika kaybedeceğim, hayır. Eski noktaya dönüp geçiyorum. Yine de bir dakika kaybettim. Soluk soluğa kapıya geldim. Kapı duvar. Kapılar hep açık olur Zeki Demirkubuz filmlerinde. Beni buradan alıp bir filme gönderin lütfen. “Kader” filmine bilet var mı? “Masumiyet” de olur… Muhtemelen zaman yolcuğunu keşfetmiş değil henüz havayolu şirketleri. Öyleyse bu uçağa binsem yeter şimdilik. Kapıdayım ve kapı duvar. Uçağın kalkmasına yaklaşık yirmi dakika var. Orta yaşlı bir adam görevlileri ikna etmeye çalışıyor. “Bakın tur rehberiyim, yirmi iki kişi diyorum. Kim karşılayacak orada bunları?” Görevliler de duvar. Kapı açılmıyor. Kaç dakikayla geç kaldık diye soruyor adam. Görevlide belli belirsiz bir mahcubiyet: “Dört dakika efendim, dört dakika…”

 

İbrahim Halil Aslan

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • kafkali , 30/10/2019

    Dünyadaki hiçbir şeyin sevgi kadar kıymeti yok. Kaçımız gerçek sevgilinin buluşmasına geciktik diye üzüldük?

  • Ayşe Avcı Aydoğan , 22/10/2019

    Babasız kalmış bir çocuk olarak diyorum ki “hiç birşey bir çocuğun babasız kalmamasından kıymetli değildir”

kafkali için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir