Düş

Yazarımız Mehmet Erikli, ‘Zaman Kurucusu’ kitabından bir öykü ile karşınızda…

***

Uykusuzluktan ve günlük işlerin boğucu sıklığından geriye işte karşınızda duran ve şimdi hasta olmakla olmamak arasında gidip gelen, kolları, bacakları, boynu kuru bir dal gibi incelmekte olan bu adam bundan tam on yıl önce evinden çıkıp işine giderken de uykusuz kalan vücuduna söz geçirmeye çalışırken şu an içinde bulunduğumuz zamanı hayal edebilmişti. Kendisini şimdiki haliyle görmüştü o vakit de. Yataklara düşmek istemeyen mantığına söz geçirmeye çalıştı önce. İç sesi, “bu hayali silip atsan da gördüklerin muhtemeldir,” dedi. İç sesine karşı sağır olmak istedi. Fakat iç sesi dilsiz kalamadı onun sağırlığına. Aklını tutsak eden, aniden geliveren bu hayalini kendisine uğursuzluk getirir gerekçesiyle ayaklarının altına almak istedi. Saatine baktı. Dokuzu geçmişti. Sonra hayalinin kendisi üzerinde bıraktığı tedirginlikten habersiz iş yerine vardı. Hayatı hep bir koşuşturmaca ile geçen bu adam on yıl sonra yataklara düşüp çaresiz kalacağını tekrar tekrar hatırlayıp yaşayacaktı bundan böyle. Memuriyette kendisine ayrılan masaya gayet neşeli oturdu sanki, bu kötü ve karamsar hayalinin kimseler tarafından görülmemesini, anlaşılmamasını ister gibi. Peki, ama zaten kurduğu (daha çok istemsiz bir şekilde aklına uğradığı) bu hayal dışarıdan insanlarca nasıl görülebilirdi ki? O görülebileceğine, en azından anlaşılabileceğine ihtimal verdiği için birkaç dakika içinde etrafındaki çalışma arkadaşlarına şakalar bile yaptı. Neşeli olmayan bir insanın mutlu rolü yapması oldukça zordu. Ama o, sanki bunu usta bir aktör gibi yaptı. Sonra ani bir sızı hissetti göğüs kafesinin orta yerinde. Parmak uçları uyuştu, ayakları karıncalanmaya başladı ve gözleri karardı; sanki sara nöbeti geçiren biri gibi, anlık bir refleksle kasılarak masasına kapaklandı. Kimse ne olduğunu anlayamadı bile. Daha birkaç dakika öncesinde masasına neşeyle oturan ve etrafındakilere şakalar yapan adam bir anda masası üzerine kapaklanıvermişti. Bu durum çalışma arkadaşlarının nazarında böyleydi. Evden işe gelene kadar kim bilir kendini ne kadar sıkmıştı ve ne kadar stres, sinir içinde varmıştı işyerine? Yüksek seslerin tavana çarparak tekrar alçaldığı bu odanın içi bir anda karışıvermişti. Limon kolonyası getirilip yüzüne serpildi. Bilekleri ovulup, şakaklarına masaj yapıldı. Fakat (herhalde telaştan olacak) kimseler, bu adamın o anda hastaneye kaldırılması gerektiğini düşünemedi. Bu telaşta ölse ölecekti. Ne var ki ölüp kalmadan kendine gelebildi. Gözlerini araladığında çevresinde kümelenen insanların oluşturduğu sıcaklığı dağıtmak ister gibi, zorlukla kaldırabildiği elleriyle yüzüne hava yaptı. O an herkes onun rahat nefes almasını sağlamak için açıldı etrafından, onu ferahlatmak isteyen bir kişi de birkaç pencere açtı. Biraz önce yüzünü düşürdüğü masasından, ne yaptığını bilmeyen bir insanın tavrıyla doğrularak, çalışma arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında kendisini dışarıya atıverdi. Tam dışarıya çıkmıştı ki karşısındaki büyük kalabalık onu ürküttü. O yine de cadde üzerinde sadece birkaç saniye içerisinde yerini başka yüzlerin aldığı değişkenliğin içine katılarak, amaçsızca adımlar tüketti. Fakat nereye gittiğini bilmiyordu. Sabahki hayali hâlâ beyninin içerisinde taptaze duruyordu. Bu hayalinden kurtulmak istese de kurtulamıyor, sanki kurtulmak isteyince bu kötü hayal onu daha da sarıp etkisi altına alıyordu. Bir an kalbi sıkıştı ve nefes alamadı. Yutkunmaya çalıştıysa da onu da başaramadı. Vücudunun tekrar kasılmaya başladığını hissetti. Birkaç adım atmaya kalmadan caddenin tarafındaki su birikintisine doğru hamle yaparak, kendisini birkaç damla suyun içine bırakıverdi. Hemen çevreden birkaç kişi koştu ona doğru. Gözlerini açtığında daha çevresindekileri görmeden keskin alkol kokusunun genzini yaktığını hissetti ve yutkundu acı acı… Sonra etrafını süzdü uzun uzun. Evindeydi… Bir türlü kendine gelemeyen bu adamın hali ne olacaktı? Kendi ölümü gözlerinin önünde sahnelenmişti. Bir bardak su istedi. Bin bir zahmet ve eziyetle doğrulduğu kanepesinde birkaç yudum suyu güçlükle içebildi. Bir üşüme aldı vücudunu. Birkaç yorgan daha istedi üzerine. Annesi ve küçük kardeşi hiç tepki vermeden sadece onu izliyorlardı. Babası yıllar önce ölen ve şimdi otuzunu aşmış olan bu adam, bir aşkın peşi sıra da gitmemişti. Aslına bakılırsa tepeden tırnağa yalnızdı. Sabah vakti aklına musallat olan düşü henüz kimseyle paylaşma fırsatı bulamamıştı. Paylaşsa, anlatabilse ya da bir psikoloğa gidip derdine derman arasa belki rahatlayacaktı, ama bunu yapmadı. Ve ne kadar içinde sakladıysa, o hayal onu bir tahtakurusu gibi kemirdi durdu. İçindeki böceğin keskin dişlerinden çıkan o iç gıcıklayıcı ses de sadece onun kulaklarında asılıp kalıyor, kimseler bu sesi işitemiyordu. Akşam oldu olmasına, ama onun gözlerine hiç güneş uğramamıştı zaten. Bu yüzden akşamı da fark edemedi. Sabah olsa, işe gitsem, daha mutlu olsam, belki âşık olurum, diye de düşünmedi. Olumlu hiç bir şey düşünemeden belki de hiç uyanamayacağı bir uykuya daldı. Sonra sabah oldu mu? Annesi, küçük kardeşi ve çalışma arkadaşları neler yaptılar? İçlerinden onu hiç soran oldu mu? Bunu kimse bilmiyor.

Mehmet Erikli

DİĞER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir