Bir dut ağacının üzerindeyim yıllar sonra.
Meyvesine uzandığım tüm ağaçların hatırına. Kim karıştırıyorsa içimi, birbirinin yerine geçen ama kesinlikle birbirine karışmayan, nöbetleşe bir duygu dalgalanmasının içinde ve yerden birkaç metre yüksekteyim.
Bir dut ağacının üzerindeyim.
Bir-iki tane, gözüme kestirdiğim, diğerlerinden iri görünen dutlara doğru uzanıyorum. Etrafımda o kadar dut varken. Ulaşıp kopardığımda anlıyorum ki aslında diğerlerinden o kadar da farklı değiller. Sonra daha ileride daha iri olduğunu düşündüğüm bir tanesine daha uzanıyorum. O da diğerleri gibi görünüyor ulaşınca. Ne daha tatlı çıkıyorlar ne de daha iri. Her seferinde inandığım ve sonra inandığıma pişman olduğum bu göz yanılmasına inadına devam edebiliyor olmamın nasıl da aptallara lâyık olduğunu düşünüyorum bir de. Etrafımdakilerden birkaç tane daha yiyorum. Sonra başımı başka yöne çevirdiğimde, uzanmadığım dalların birinde, diğerlerinden daha iri bir dutla karşılaşıyorum. Eski yaşanmışlıklarım hafızamda hiç yer etmemiş gibi. Onun daha farklı olacağını düşünüyorum. Daha tatlı, daha iri çıkacak. Yediğim en güzel dut olacak. Uzanıp bakıyorum ki aynı. Tadını aldıktan sonraki pişmanlığım ve aptallığım dahil.
Aynı.
Bir dut ağacının üzerindeyim.
Toprağa çeviriyorum başımı. Yükseklik korkum var benim ama korkutmuyor bu yükseklik beni. Etrafımdaki dallara güveniyorum. Eğer düşecek gibi olursam, dengemi kaybedersem en yakınımdaki dallardan birine tutunurum sıkıca, kurtulurum diye düşünüyorum. Tahmin değil, tecrübe ile söylüyorum bunu. Çocukken dengemi kaybedip düşmek üzereyken ellerimle, kollarımla, bacaklarımla nasıl da tutunmaya çalışmıştım. Tutunmuştum, kurtulmuştum da düşmekten. Kollarımda derin olmayan ama birden fazla olduğu için derin bir yara kadar acı veren birçok çizikle. Halbuki ağaca tırmanırken yara almamak için nasıl da uğraşmıştım. Ve dengemi kaybettiğimde aslında sadece dengemi kaybetmediğimi de anlamıştım. Önemli olduğunu düşündüğümüz her şey bir denge kaybı ile önemsizleşiyordu. Bunu bir dut ağacından öğrenmiştim. Vücuduma birden fazla kez imzasını atan bir dut ağacından. Şimdilerde göremiyorum attığı imzaları. Vücudum kendi kendini iyileştirdi mi? Tabiî ki hayır! Öyle olsaydı birdenbire aklımıza gelen yaşanmışlıkların ardından o ânı yaşıyormuş gibi olamazdık. Bu et parçası kendi kendini iyileştirmiyor, sadece mayası gereği, üzerine atılan her şeyi emip içerde bir yerlere gömüyor olmalıydı. Dışardan gelen ilk darbede de içinde ne varsa döküyor olmalıydı. Tekrar kapanana, tekrar içine gömülene dek.
Bir dut ağacının üzerindeyim.
Ve bu ağacın dalları arasında dolaşırken eski bir özlemi, kızgınlığı ve şaşkınlığı da taşıyorum içimde. Gözümün önünde testere ile kesilmiş bir dut ağacının hatırına. Üç beş arkadaşın evi olacak kadar geniş bir dut ağacının. Allah’ın hikmeti işte. Tüm dalları gövdesinden dışarı doğru yükselmiş, bir gülün açılan yaprakları gibi etrafa yayılan dalları arasında, bize yükseklerde bir avlu sunmuş bir dut ağacı. Her bir dalına birimizin oturduğu ve saatlerce hem dut yiyerek hem de sohbet ederek geçirdiğimiz o yılların hatırına. Dallardaki dutların hatırına, dalların hatırına, arkadaşlarım hatırına. En çok da dut ağacının gövdesi hatırına. Bütün çilemizi çektiği yetmiyormuş gibi gövdesini parça parça eden testerenin dişlerine de sabretmek zorunda kalmıştı. Bir süre sonra dayanamadı ruhundaki sarsıntıya, bıraktı gözyaşlarını birer dut meyvesi olarak. Özlemim dut ağacınadır. Kızgınlığım testereye. Şaşkınlığım ise ikisinden de büyük. Çünkü kesen de kesilmesini seyreden de kesilmesine üzülen de yere düşen gözyaşlarını hep birlikte topladı, hep birlikte yedi. Bu şaşkınlığım uzun süre ruhumdan silinmedi.
Bir dut ağacının üzerindeyim. Karadut ağacının. Ağacın en iri dutlarından biri olduğunu düşündüğüm bir tanesine uzanıyorum yine. Ulaşacağım diye uğraşırken sarsıyorum dalları. Karadut kopuyor dalından. Üzerime düşüyor. Kırmızı bir leke bırakıyor üzerimde. Ellerim, parmak uçlarım, dudaklarım mosmor.
Ömer Can Coşkun
3 Yorum