Fıçı Recep’in İçine Baktığıdır

Yunus Emre Özsaray, bu enfes hikâyeyi Edebifikir okurları için yazdı.

***

Çıktım erik dalına
Anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp
Der ne yersin kozumu

Fıçı Recep, herkesin karnı doyup da kimsenin ekmek almayacağına kanâat ettiğinde kepenkleri indirir, fırının arka kapısından çıkılan bahçede semaveri yakardı. Bahçede duman tütüyorsa bil ki Recep muhabbete susamıştır, çay bahane. Belki duman da bahane, Fıçı’nın kafası dumanlanmıştır da semaverin dumanını tüttürerek bunu belli ediyordur. Kimseye öfkelenmez, yüreğinin közünü onun bunun üzerinde söndürmez. Çayını içer, içini döker. Fıçı Recep diye boşuna dememişler adama. Günde kaç bardak çay içer kimse bilmez. Şarapla değil, çayla kendinden geçer, semaver tüterken muhabbetin en koyusunu eder.

Mahallenin kafası kırıkları(!) onun fırınını mesken tutarlardı. Üç beş kişi olurdu böyle vakitlerde Recep’in ekmek teknesinde. Pek ayak uyduramasam da ben de orada olurdum. Ne bileyim, biraz tuhaf geliyordu bana muhabbet.  Biraz dünyadan kopuk, biraz gerçeklerden uzak falan. Mavra bol, muhabbet ganî… Ne dert ne tasa. Vur kıçına rahvan gitsin dertlerin. Hele bir de kaset koleksiyonundan Hafız Kemal, Yılmaz Sarıkaya falan varsa teypte, değme keyfe…  “Sanman bizi kim şîre-i  engür ile mestiz”, diyen Bağdatlı Rûhi’ye selam edilir, çay üstüne çay demlenir, dumandan göz gözü görmez olur, sabah ezanına kadar muhabbet edilirdi. Ezan okunurken genelde son sözler “Boşver hacı. Dünya işi bitmez. Böyle olsa nolacak, öyle olsa nolacak.” gibisinden olurdu.

Böyle gecelerde hamur yoğrulurken teknenin sesi muhabbete karışır, milletin ekmeği sofrasına konmadan, havadan sudan ne varsa uzun uzun konuşulurdu. Sabah ezanı okunmadan biraz evvel Recep’in elemanları başlardı mesâîye. Hamur yoğrulacak, ekmek yapılacak, ekmekler fırına atılacak. Sabah namazı kılınıp herkes kendi dönmedolabına binecek, vakit bitene kadar ekmek peşinde koşulacak.

Şeytanın da yoğun mesai yaptığı saatlerdi. Gece boyunca gelmeyen uyku bastırırdı. Şeytan ağız, burun, kulak artık nereyi bulursa eterli nefesiyle üflerdi. Un çuvallarından birini başına yastık yapmış olanımız varsa “Hadi ezan okunuyor” deyince tek gözünü açar, bir diğeri uykuyu kaçırmak için kapıdan çıkar, aç karnına bir sigara yakar, ezanı dinlerdi.

Fıçı’nın çenesi düştü mü, susmak bilmezdi böyle günlerde. Başlardı mavra kesmeye:

“Dayımoğlu iki dünya var. Dışındaki sana döner. İçindekine sen dönersin. İçindekini bırakıp dışındakine dönmeye başladığında vay haline… O döner, sen dönersin, o döndükçe sen dönersin, sonra fırıldak olursun savrulur gidersin Allah etmeye.” demişti bir defasında da kafam allak bullak olmuştu, kim bilir kimden öğrenmişti bu alengirli sözleri.

Söyledikleri komik sözlerdi bana göre. Saçmalıyordu. Bizim insanlarımız, içlerinde bir dünya olduğunu sanıyorlar, böylece dışarıda akıp giden hayatı anlamlandırmaktan uzaklaşıyorlardı. Biz içimize baktığımızı sanırken onlar işlerine bakıyorlar, böylece biz içimize bakıyoruz diye karanlığa gömülürken, onlar işlerine bakarak dünyayı yönetiyorlardı bana göre. Bu yüzden Recep içten dıştan konuşmaya başlayınca inceden alaylı bir gülümseme beliriyordu dudağımın kenarında…

“Ne gülüyorsun dayımoğlu. Dönmedolaba binmedin mi hiç küçükkene. Dönmeye başladığında sen de onunla aynı yöne koşmaya çalışsan nolur? Savutturup atar valla dışarıya kustura kustura… Ne lüzum var başını döndürüp mideni bulandırmaya. Habil’le Kabil’den beri böyle dönmüyor mu çarkı dünyanın? Kabil’in başı döndü, Habil içine döndü. Napacan o zaman? Dönmedolabın demirine sıkı sıkı tutunacan mecbur, amma öbür yandan da gözünü kapatıp içine dönecen dayımoğlu.”

Diyerek bir filozof gibi işi bağlamıştı bir seferinde. Bizim Fıçı acayip adamdı böyle. “Kitaplardan öğrenmedik hayatı, bu fırında yana yana belledik ne bildik, ne söyledikse.” diyordu.  Yanmaya biraz erken başlamış belli. Biraz fazlaca yandığı için kafayı da yakmış bence. O anlatmaya başlayınca bir gülme gelirdi bana. Söylediklerini bir türlü anlamak istemezdim. Daha taze çırakken, “Yaktın beni baba.” demiş; ama babası ardına bile bakmamış. “Yan ulan su dökersem ne olayım.” demiş, vermiş rüzgârı feleğin çarkına. O günden beri bir başka dönmeye başlamış Fıçı’nın dünyası.

Acaba diyorum, insanı meşgalesi mi kendisine benzetir. Fırının içinde yanan ateşe baka baka insanın da içine bakarak pişeceğini mi sanıyor Recep? Hamur gibi olmuş iyice. Acaba kim yoğurmuş onu bu dünya teknesinde, kim pişirmiş de bizi aynı sofraya oturtmuş onunla?

Ben bunları düşünürken Fıçı tekneye unu döküyor, izliyor hamur yoğrulurken döne döne. Hamuru döndüre döndüre yuvarlayıp bırakıyor tezgâhın üstüne. Sanki aklımdan geçenleri okurmuş gibi hamurunun mayasını anlatmaya başlıyor bana.

“Nerden bilirdim dayımoğlu, dünyamın avucumda yuvarlanacağını. Sabırla koruk, helva olur demiş atalar. Sabrettik, içimize döndük de elimiz ekmek tuttu şükür. Her dönenle dönseydik avare kasnak gibi hâlâ yuvarlanıyorduk.” dedi.

Dikkatle dinliyordum onu. O da anlattıklarını önemsediğimi fark edince, keyfe gelmişti. Kolunu un çuvallarına yasladı, terini sildi, sigarasından bir nefes çekti, içli içli devam etti.

“Babam hep derdi ki: Ekmek yere düşerse üç kere öpecêñ, sonra alnına koyacâñ. Ama bunu öyle hızlı yapacâñ ki şeytan araya girmeyecek. Allah korusun şeytan aleyhillane ekmâna musallat olur da başına kıtlık iner. Haa bir de ekmââ düşürdüğün için utanacân, sıkılacân. “Allah’ım ekmeğimi, aşımı, işimi elimden hiç düşürme.” diye dua edecen. Yok öyle boynunu sündüre sündüre yürümeye devam etmek, derdi babam. Derdi demesine ama herhalde kapıların sonuna kadar açık olduğu vakte dek geldi ettiğimiz dua.

Bir gün, 7 ekmâa kucağıma almış eve gidiyodum. Ekmekler ıscacık, ben de nasıl acıkmışım. Bir yandan yürüyom bir yandan da ekmân burnunu kemiriyom. Babam işten gelirken görmüş, nasıl bağırdıysa artık;

“Ulaan Receeep! Ekmeği ufatıyon ekmeksiz herif!”

Gardaş, nasıl korktum, elim ayağım döküldü. Ekmekler elimden düştü. Babam yanıma geliyo, ben aceleyle ekmeği yerden alıyom, ekmek kırıntılarını bile topluyom, başım yerde, gözümü kapadım, babam tepemde;

“Allah’ım ekmââ elimden düşürme…

Allah’ım ekmââ elimden düşürme…”

Gayrı babamın korkusuna nasıl içli dua etmişsem, kapıların açık olduğu vakte geldi ellaham. Lâkin dilim sürçmüş de eksik söylemişim. Hani Evliya Çelebi şefaat diyeceğine seyahat demiş de gezmiş ya dünyayı döne döne.  Ben de sanırsam “Ekmeğimi elimden düşürme diyeceğime ekmeği elimden düşürme.” dedim diye fırın ustası oldum. 30 yıldır ha bu ekmek elimden hiç düşmez. Şimdi gece gündüz bu ekmek teknesinde 250 derece ateşte kürek çekiyoz. Allah’ın işi işte. Akıl sır ermez. Rızkı veren Allah, dayımoğlu. İlk başta kimse beni mêsimiyodu. Hele Fıçı’ya bakale. Okumazsanız Fıçı gibi olursunuz, diye beni gösteriyorlardı mahallenin sabi sübyanına. Noldu sonra, bak ekmââ kürekle kazandık.”

O gün baktım muhabbet uzayacak, sabah ezanı da neredeyse okundu okunacak, hele ben kalkıp gideyim dedim. Dedim ama dinletemedim. Taktı bana kafayı, “İzinli vaktindesin, yardım et bugün bana.” deyince, daha da tek kelime edemedim. Üzerime önlüğü giydiğim gibi kendimi tezgâhta buldum. Yuvarlayıp atıyorum hamuru, o çekip uzatıyor. Bazen göz göze geliyoruz, sıkıldığımı anlıyor. Savsakladığımı fark edince;

“İşine bak dayımoğlu işine bak” demiyor da “İçine bak dayımoğlu, içine bak, boşver surat ekşitmeyi” diyor; ya da ben öyle anlıyorum. Dedesinden öğrenmiş herhalde;

“İş yaparken elin çalıştığı gibi kalbin de çalışsın.” diyor bana.

“Nasıl olacak?” diyorum.

Yani diyor “Mülkün sahibi Allah. İş yaparken sürekli ondan iste…” “Hamuru yoğururken, ‘Allah’ım kalbimi hamur gibi yumuşat.’ unu dökerken, ‘Allah’ım kibrimi un ufak et’ böyle söyleyeceksin.” diyor.

İçime bakıyorum,  bir canavar kükrüyor. İçim içimi yiyor. “Ulan Fıçı, üç kuruşa işçi çalıştırıyorsun şimdi yine buldun bedava amele.” diyorum içimden. Fıçı duymuyor.

Böyle fırında ekmek pişip, içimde bilmem kaç yüz derece ateşte öfke kaynarken akşam olmuştu. İyice sıkıldığımı anlamıştı Fıçı. Neredeyse patlamak üzereydim. En son “Şu fırının başına geçsene.” dedi. Nasıl öfkelendim ama hatır işte bir şey diyemiyorum, gel gör ki içim içimi kemiriyor, bizim Fıçı da karşıma geçmiş hâlâ “İçine bak, içine” diyor. “Ulan bakılacak iç mi kaldı bende, kaynaya kaynaya içim eridi, ya sabır.” diyorum.  Fıçı suratıma bakıp gülüyor.

Tek kelime etmeden geçiyorum fırının başına, bilmem kaç yüz derecede akşam ekmeklerinin dizili olduğu tepsileri fırına sürmeye başlıyorum. Ama ne sıcak. Tepsileri itmek ne zor. Üst üste dizili tezgâhlar yürümüyor. Yanıyorum. Elim kolum yanık. Fıçı karşıma geçmiş kıskıs gülüyor; “Sen yine dua et, taş fırın değil. O zaman ne yapardın. Bir günde öğrendin bak işi diyor.” Ben içeride yanıyorum, yandıkça nefes almak için dışarı çıkıyorum.

Son hamurları da tepsiye dizip fırını kapadıktan sonra biraz nefes almak için yine dışarı çıktım. Ekmekler döne döne pişmeye başladı. Fıçı arka bahçeye sigara içmeye çıkmıştı. O ara fırının yanındaki bakkalın önünde bekleyen çocuğa gözüm takıldı. Nasıl da sevimliydi kerata. Elinde bir salkım üzüm. Belli ki buzluktan çıkmış da taneleri donmuş. Ağzına attıkça kütür kütür ediyor. Ama ne üzüm! Ekşidir, tatlıdır, yok mayhoştur… Suları damlıyor. Hapır hupur yutuyor çocuk, ağzımın suyu akıyor. Uff üzüme bak üzüme.”

Fıçı içeriden sesleniyordu: “Dayımoğlu, dışarıyı bırak, içeri bak, içeri bak!” diye.

“Tamam dayımoğlu, bakıyorum!” diye seslendim ona alaycı bir gülümsemeyle.

“ Eyvallah sağolasın gardaş.” dediğini duydum.

Aklıma Fıçı’nın nasihati geldi. Hele bir deneyeyim bakalım işe yarayacak mı Fıçı’nın formülü dedim gülerek.  Gözlerimi kapadım. “Allahım, mülk senin.  Şu çocuk bana bir küçük salkım verse.” demeye kalmadı, çocuk; “Abi üzüm yer misin?” diye uzattı. O ne ya? Gerçek olamaz bu. Haklı mı acaba bizim Fıçı… İçimden üzüm istedim, dışarıdan anında önüme geldi, diye gülümsedim.

Bir tane. Off buz gibi. Bir daha, bir daha… Bir yandan ağzımı şapırdata şapırdata üzümü yiyor, diğer taraftan Fıçı’nın ne büyük bir derviş olduğunu aklımdan geçiriyordum.

“Adam haklıymış. İçeri bak der demez, dışarıdan istediğim önüme serildi.” diye düşündüm. Bir tane daha üzüm attım ağzıma. Ağzım dilim kurumuşken ne de tatlı geliyor. Buz gibi. Ağzımda üzümü kütürdetirken Fıçı hışımla yanıma geldi, elinde kömür olmuş ekmeklerle…

“Hay tüküreyim senin edeceğin yardıma, dışarıda oynayacağına içeri baksaydın ya.  Yaktın bir fırın ekmeği.” dedi.

“İçine bak demedin mi?” dedim gevşek gevşek, bir taraftan üzümü kütürdetirken.

“İçine mi baktın ulan, içine mi baktın? İçine bak dedik, sen gittin üzüme baktın, fırındaki ekmeği yaktın” dedi.

Gözüm kör olaydı da bakmayaydım üzüme, o ne ağır sözlerdi öyle. Çok kötü baktı suratıma. İçime işledi bakışları. Kurşun gibi, ne bileyim acır gibi, ayaklarının altında sinek ezer gibi, sanki içimde kaynayan kazandaki yılanları çıyanları görür gibi baktı. İçimi, dibine kadar gördü sandım. Utandım… İçe nasıl bakılırmış sanki biraz anladım. Biraz…

Yunus Emre Özsaray

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • HÂCE , 26/11/2019

    Dervişane yazılmış içli dışlı yazılarını severim. İnsan böyle belki kısa ama derin mana ihtiva eden yazılarda kendini öğütme fırsatını yakalayabiliyor. Recep seneler içinde ekmek pişirirken yüreğini de çiğ bırakmamış. Yanmış, yakılmış. Artık gönlünün derinliklerinden kemalatın mis kokusu tıpkı bir ekemeğinki gibi yayılmaya başlamış. Ateş gönül ehlini yakmazmış. O bir tek imana teslim olurmuş. Ve kanaatimce Recep’in gönlündeki iman ateşine de teslim olmuş.

  • Davul , 26/11/2019

    hikâye çok güzel ellerinize sağlık. ama sigaradan çaydan çok dem vurmasanız keşke…

  • Boş Beleş , 26/11/2019

    Her dem yeni doğasın edebifikir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir