Figüran

İbrahim Beyaz; hikâyesine herhangi bir yerinden dâhil olduğu hayatları yazdı…

***

Sıranın kendisine gelmesi için sabırsızlanıyordu. İlk oyunu değildi fakat her oyunun hikâyesi ve heyecanı başkaydı. Bunu biliyordu. Koskoca oyunda diğerlerine göre basit bir roldeydi. Yine de ciddiye alıyordu. Rolün büyüğü küçüğü olmazdı. İyi biliyordu ki en küçük rol bile es geçilse hikâye eksik kalırdı.

Sahneye çıktı, repliğini söyledi. Heyecanlıydı, biraz dili dolaştı. Konuşurken atladığı ya da değiştirdiği kelimeler olmuştu, farkındaydı. Garip bir sakarlık haliydi sanki bu. Dünyaya ayak uyduramayan insanların beceriksizliği vardı üzerinde. Elinden geldiğince eksiksiz ve düzgün şekilde sözünü bitirmeye çalıştı ve usulca sahnenin dışındaki bir köşeye çekildi. Sahnede yüzlerce kişinin gözü üzerindeyken şimdi kimsenin dikkatinde değildi. Buna aldırmadı. Oyun devam ediyordu ve asıl takip edilmesi gereken oyunun kendisiydi. Sözünü söylemiş, vazifesi bitmişti. Elinden gelen buydu. Şimdi kenarda görevini yapmış olmanın rahatlığıyla sessizce oyunun bitmesini bekliyordu. Başkaları da onun gibi sahneye girip repliğini söyledi ve çıktı. Nihayet oyun bitti. Sahnede kalanlar seyirciyi selamladı, ışıklar söndü.

Ve perde…

Tiyatro binasından çıktı. Hava kararmıştı. Merdivenlerden inip caddenin karşısına geçti. Rüzgârın etkisini azaltmak için montunun yakasını yukarı kaldırdı, kasketini düzeltti ve ellerini tekrar ceplerine soktu. Düşünceli hali adımlarına yansımıştı. Biraz ilerideki otobüs durağına yaklaşırken hikâyesine herhangi bir yerinden dâhil olduğu kaç hayat var diye düşünüyordu.

Otobüsle aynı anda durağa yanaştı. İtişip kakışan insanlardan sonra otobüse bindi. Ayakta kalmıştı. Manidar bir tebessüm süzüldü yüzünden. Orta kapının tam karşısındaki boşlukta kendine bir yer buldu ve yüzünü cama döndü. Fakat camda dışarıdan çok içerinin yansımasını görüyordu. Yüzü cama dönük olduğu halde otobüsteki insanları seyretmeye başladı. Ne çok hikâye vardı burada. Şu kapının hemen önündeki tekli koltukta oturan yaşlı kadın mesela, yüzündeki yorgunlukla nereye dalmıştı acaba. Hemen arkasında birbirine sarılmış çift oldukça mutlu görünüyordu. Gelecek hayallerinin temellerini birbirlerinin pembeye çalan gözlerinde atıyorlardı sanki. Onların başında dikilen yaşlı adam kendisine yer verilmesi umudunu çoktan yitirmiş gibiydi. Yitirdiği başka ne umutları vardı kim bilir? İşten döner gibi bir hali vardı. Bedeni fazlasıyla yıpranmış görünüyordu. Ne için çalışıyordu hâlâ bu yaşta? Ayakta durduğu boşluğun bitimindeki koltukta oturan başörtülü kız, kucağındaki çantasının üzerinde ellerini birbirine sımsıkı kenetlemiş, dalgın bir vaziyette camdan dışarıyı seyrediyordu nemli gözleriyle. Kolay incinebilen, ürkek ve güvensiz bir hali vardı. Kirpiklerine salıncak kurmuş gözyaşı gibi emanet duruyordu sanki bu dünyada.

Otobüs aniden fren yapınca arkasındaki lise öğrencisi üzerine çullandı. ”Höst ulan” dedi içinden. Dışından söylese kavga çıkabilirdi. Şimdiki gençler çok ateşliydi. Camdaki görüntüler bir anda yok olmuştu. Delikanlı özür dilemeden tekrar arkadaşlarına dönmüş, gülüşmeye devam ediyorlardı. Dışarıyı görmeye çalışarak nerede olduğunu anlamaya gayret etti. Kapıya doğru yaklaşması gerektiğini düşündü. Bir durak sonra inecekti. “Dikkat! Otomatik kapı çarpar” yazısı ilişti gözüne. Aklı o ürkek kızda kalmıştı. Bilmediği ne çok acı vardı.

Otobüsün kapısı açıldığında dışarıdaki soğuk hava birden yüzüne hücum etti. İrkilmişti. Basamaklardan inip yere bastığında derin bir nefes aldı ve apartmana doğru yürümeye başladı. Merdivenlerden yukarı çıkıp koridoru geçti. Kapısının önünde ayakkabı yoktu. Zaten hiç olmazdı. Cebinden anahtarını çıkarıp kapıyı açtı. Ne kadar da ağırdı anahtarlığı. Işığı açtı, kapıyı kapattı. Saatine baktı, henüz erkendi. Üzerini değişti ve kendini salondaki koltuğa bıraktı. Şimdi kendi hikâyesiyle baş başaydı. Evde yapılabilecek ne varsa hepsini yapıyordu sırayla. Televizyondaki saçma dizileri izledi biraz. Ben sadece belgesel izliyorum diyen tiplerden değildi. Oturduğu koltukla mutfak tezgâhı arasındaki birkaç metrelik mesafeyi bile yürümeye üşeniyordu. Bir çay demleyen olsaydı…

Boşa vakit geçirmenin suçluluğunu üzerinden atmak için kitap okumaya zorladı kendini. Sonra bilgisayar, internet, radyo… Hiçbiri… Ruhtan yoksun sesler korosu çare olmuyordu sessizliğe. “Uyumak gelmiyor içimden” dedi. Baygınlık halini tercih ederdi. “Neden bilmiyorum… Sanki…” sustu… Başının yere düşmesini engellercesine alnına mıhlanmıştı eli. İçindeki tarif edemediği boşluğu derin bir iç çekişle doldurmaya çalıştı. Lodoslu bir akşamüstü, boş bir sokağın ortasında, bir şeylerin arkasından bakakalmış gibiydi. Öylece oturuyordu.  “Nereye kadar böyle” diye geçirdi içinden.  “Allah büyük!” diye fısıldadı sonra kendini yola getirircesine. Mütevekkil duruşunu korumaya çalıştı. Derin bir iç çekti yine. Usulca uzaklaştım yanından. Daha ne kadar büyüyebilirdi ki yalnızlığı…

 

İbrahim Beyaz

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • büşranın bacanağı , 28/11/2013

    Sizden Gelenler öykücülüğü kendi sesini oluşturmuş ve modernist dili ile kurguyu iyi yapmış ve aynı zamanda epik mevzulara neoromantik göndermeler de yaparak kendi tarzında bir numara olma yolunda ilerliyor.

    Eğer edebiyatla ilgisi bu şekilde devam ederse en fazla 7,5 yıl içinde Türkiye’nin yeni bir Ömer Seyfettin’i olmaması için sebep yok.

    Yeni öykülerini sabırszılıkla bekliyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir