Geniş Zamanın Hikâyesi

Hasan Abi’nin, kargalar henüz kahvaltılarını yapmamışken ocağa koyduğu çayı her zaman leziz olur. İstanbul’un bir türlü İstanbul olamamış bu kenar semtinde kendimi huzurlu hissettiğim tek yer, müdavimlerinin, “Laz’ın Yeri” dedikleri Hasan Abi’nin ekmek teknesidir. Hiç sekmez, mengene gibi sıkan sağ elinin başrolde olduğu seremoni de çayla birlikte gelir. Diyalog hep aynıdır:

– Hoşkeldun kardeşum.

– Hoşbulduk abi, nasılsın?

– Çok şükür, uğraşiyruk işte.

– Allah iyilik versin abi.

Bu kadar sıradan, bu kadar içten, bu denli güven verici… Çay ocağının tavanına her nasılsa tutturulmuş kafes içerisindeki televizyondan kulağıma belli belirsiz çalınan sabah haberleri, maişetle yoğrulacak bir meçhul günün marşı gibidir. Simit kokusu, uykusunu alamamış zombimsi gözler, orta yaşı geçmiş Anadolu kökenli adamların sigara menşeli öksürükleri, hırıltıları, homurtuları… Biraz sükûnet, az çok telaş, ufaktan da bayat güneşin taze ışıklarına alışma çabası… Ve uzaktan bir kükreme sesi!

– Hah, yine celeyi kafa utülemeye!

Bu sitem, Hasan Abi’ye aittir ve bende şu düşünceyi doğurur: “Bir insan aynı sese her seferinde aynı kelimelerle sitem etmekten usanmaz mı?” Aslına bakılırsa usanmaz. Benim de her seferinde bu düşünceye kapılmaktan usanmadığım gibi…

Gelen, belediyenin bol gürültülü, çok ama çok tozlu, sokağa neredeyse sığmayacak kadar devasa temizleme aracıdır. Her ne hikmetse altında dönen yuvarlak fırçalar yerle tam temas halinde değildir ve sadece etrafı ıslatmakla; sokaktaki izmaritlerin, yaprakların, kâğıtların yerlerini değiştirmekle kalır. Ardında da, sokak temizliğinden çok, gürültü kirliliği bırakarak gayet yavaş bir şekilde uzaklaşıp gözden kaybolur.

Buraya kadar anlattıklarım, bugünün haricindeki günlerde yaşadığım sabahların, ana hatlarıyla birbirinden farksız manzarası… Ancak bu sabahki benzersiz tablo, geçen günlerin tekdüze ve sıradan manzaralarını aratır cinstendi. Aslında bugünün bu şekilde başlayacağını, ta sokağın başında fark ettiğim üzere dükkânın önündeki taburelerin eksikliğinden, o zamana dek kaldırım taşlarının demirbaşı zannettiğim masaların ve dolayısıyla üzerlerindeki kül tablalarının yokluğundan anlamalıydım. Yaklaştığımdaysa demir kapının camına yapıştırılmış kâğıt parçasındaki yazıyla karşılaşmam, bir şeylerin ters gideceğine dair yeterli hissiyatı göğüs kafesime enjekte etmişti bile. Kareli bir defterden, olabildiğince itinasız bir şekilde yırtılmış kâğıt parçasının üzerinde şu yazılıydı: “Cenazemuz varidur…” Bu yazıda dikkatimi çeken, ifadenin şiveli oluşundan çok, üç noktanın ne manaya gelebileceğiydi. Kendimce şu seçeneklerle doldurdum boşluğu: “Dua edun”, “Kapaliyuk”, “El-Fatiha” ya da “Bi gün da çay içmeyiverun, benum derdum bağa yeteyi zaten.” Son ihtimal biraz zorlama gibi görünse de Hasan Abi’yi tanıyanların malumu olduğu üzere bu sözler, gayet de ondan çıkabilecek cinstendi.

Gözlerim yerde, ellerim ceplerimde diğer sokağa daldım. Onca zamandır hiç ama hiç oturmadığım, önünden geçtiğimi dahi hatırlamadığım bir kıraathaneye denk geldim. Kıraathane dediysem, hani şu tabelasında, “bilmemnereliler derneği” yazıp da sadece yüksek sesle sinkaflı sözlerin ezberden kıraat edildiği, müdavimlerince kahvehane kelimesine üşenildiği için kahve olarak adlandırıldığı, sigara dumanından gözün gözü görmediği yerlerden bir yer… Bu tür mekânlarda sokağa, kutsal bir nöbet tadında devralınan istekalardaki taşların sesleri serpilir. Bu arada, işe gizem katmak isteyen, böylelikle kendilerini önemli hisseden bazı daimî müşteriler, böyle yerleri, “mekân” olarak adlandırırlar.

“Akşam mekâna geliyorsun, değil mi?”

“Dün mekân yine karışmış…”

“Hayırdır, uğramaz oldun mekâna, ne iş?”

Bu sözlerin alt metninde, “Sevkiyat tamam mı?” ya da “Malları yükledik” gibi film sahnesinden fırlama cümlelerin karizmasına sığınma hissi vardır. Bu tarz, sahiplenme duygusunun, onların kavram dünyalarında anlam bulmasının ifadesidir.

Farklılıklara asla yer yoktur buralarda. Küpeli bir erkeğin, dövülme potansiyeli yüksek züppe; uzun saçlı bir delikanlının, sövülme şartlarını taşıyan hoppa; sarıklının, yüksek eleştiri dozunu hak eden sofu veya hacı-hoca; gereğinden açık giyinen bir kadınınsa -en yumuşak ifadeyle- yollu olarak adlandırıldığı yerlerdir buralar. Yani kavram kargaşası ve önyargı, bu tür ortamlarda tütün kokusundan daha kesiftir. Dudaklarını örten sarı bıyıkları, uçuk benizleri, bira göbekleri ve kırışık suratlarıyla amcalar, yeni müşterilere şüpheci bakışlar fırlatırlar. Hava ne kadar sıcak olursa olsun, çoğu ceket giymeyi ihmal etmez. Bir başka ayrıntı da, yaşları ne olursa olsun böyle yerlerin müdavimleri, hep ama hep amca veya dayı tavrı takınırlar. Her ne kadar kulağa hoş ve samimi gelse de buradaki amca ve dayı kavramlarının, akraba topluluğundaki sesteşleriyle hiçbir benzer yönlerinin bulunmadığını, onlarla kısa da olsa muhatap olanlar -eğer kahvehane tiryakisi değillerse- rahatlıkla anlayabilirler.

İşte o gün, anlatmaya çalıştığım üzere bir yer de olsa, sabah çayının keyfinden feragat etmemek için dışarıdaki plastik sandalyelerden birini çekip dükkânın önüne oturdum. Hayattaki tek faydalı alışkanlığım, çayımı şekersiz içmekti. Bu alışkanlığım da beraberinde, bir takım hassasiyetlere sahip olmamı gerektiriyordu haliyle. Beni tanıyanlar, bu ince duyarlılığıma vakıftılar. Çayım, kaşıksız ve şekersiz gelirdi. Böylelikle çay tabağına kondurulmuş şekerler, taşan çayla boş yere ıslanmaz, ziyan olmazdı. Ülke ekonomisine -alt üstü iki küp şekerin israfına mahal vermemek suretiyle de olsa- katkıda bulunmuş olmakla gönlüm rahatlar, duyarlı bir vatandaş huzuruyla kendimi, mensubu olduğum toplumu ve ülkemi daha bir içten benimserdim. Ancak yeni bir mecliste veya ortamda, söz konusu özel durumumu bilen olmadığı için çay isterken, şekersiz olmasını özellikle belirtirdim. Bugün de öyle yaptım:

– Bir çay alayım abi, şekersiz olsun.

Ancak bu basit isteğime, o güne dek hiç karşılaşmadığım bir yanıt geldi. Yüzünü döndüğünde, içimden “Erol Taş müsveddesi” yakıştırması yaptığım adamın karşılığı, elimin kısa bir müddet havada kalmasına sebep oldu;

– Zaten şekersiz getiriyoz biz, sen koyuyon.

Bunu, gayet bed bir suratla, daha doğrusu suratsızlıkla söylemiş ve gözden kaybolmuştu. Ne bir açıklama yapabilmiştim ne de sitem edebilmiştim. “Nerede benim Kadir Savun babacanlığındaki Hasan Abim, nerede bu adam!” diye düşündüm ister istemez. O, âdetimi bildiği üzere çayımı hep şekersiz ve kaşıksız getirir, “Yav, bi ben alişamadum ha bu çayi şekersuz içmeye. Zararlidur da meret. Un, tuz şeker; bunlardan kaçacasun hemşerum…” geyiğini de ihmal etmezdi. Bir günlük yokluğunda bile mavralarını özlemiştim.

Çayı getirdi. Masaya bıraktıktan sonra, trafik cezası yazan polis edasıyla avcundaki kâğıda bir çizik atıp küllüğün altına koyuverdi. Saniyelik bir göz hareketçiğiyle de beni soğuk bakışlarla süzüp içeri girdi. İşte bu beni sinirlendirmişti. Resmen iyi niyetimin kurbanı olmuştum. Fena mıydı şekerleri, dolayısıyla küp başı maliyetini ve oradan da millî servetimizi muhafaza yolunda atma niyetinde olduğum adım? Çay tabağının yanına iltica etmiş mülteci kılıklı iki küp sünepe kuru şekeri, bilerek ve isteyerek, azm-u cezm-u kast ile ıslattım. Ardından da büyük bir iç soğumasıyla kendimi intikamın konforlu kollarına atarak çayımdan bir yudum alıp keyif sigaramı yaktım. Tam bu esnada, gözüme gayet sıska bir kedi ilişti. Mısır hiyerogliflerindekileri aratmayacak kadar sevimlilik yoksunu bu kedi, zamanını ve zeminini uyuşukça sorguluyormuşçasına salına salına bacaklarıma doğru yanaşıyordu. Bir an bende, iticiliğinin verdiği hisle bu kedinin, az sayıda insanın sevgisine muhatap olduğu düşüncesi hâsıl oldu. Freud’a nispet edilen “Kedilerle geçirilmiş bir vakit, asla heba olmuş değildir” sözünün hatırıma gelmesinden olacak, birden yüreğimin derinlerinden uyanan karşı koyamadığım bir merhamet duygusu galebe çaldı. Hafifçe eğilmek suretiyle parmaklarımı, iki kulağı arasından başlayarak ense kökünde sonlanan bir hareketle sağlıksız tüylerinde gezdirdim. Ancak hiç beklemediğim ve hak etmediğimi düşündüğüm bir tepkiyle karşılaştım.

Aniden o çam yeşili mistik gözlerini gözlerime dikti ve “Ayol, neydi bu şimdi?” der gibi imalı bir bakış fırlattı. Bu gözler, olsa olsa Narcissus’un ya da Tadzio’nun gözleri olabilirdi. Öylesine mağrur, öylesine asil ve eyvallahsız… Gerçi Narcissus’un da Tadzio’nun da ne gözlerini ne de diğer uzuvlarını görmüşlüğüm vardı ancak o gözler, dediğim gibi, olsa olsa bunlara ait olabilirdi işte. Kendimi, hiç olmadık bir yerde yakışıksız bir jest yaparak “münasebetsiz” durumuna düşmüş, bir çift kınayan gözün kafesinde sıkışıp kalmış hissettim. Yavaşça uzaklaştı. Göz temasını bozmadan sağ patisini gayet nazik bir şekilde yaladı ve başını o yöne eğerek elimin değdiği yerleri iyice temizledi. İncinmiştim. Çelimsizliğine ve çöplere dadandığının nişanesi olarak ıslak burnunda taşıdığı mikroplu yara izine bakmadan, bu cins İngiliz kedisi pozları da neyin nesiydi böyle?

– Küstah, diye haykırıp avcumda hazır tuttuğum demir 1 TL’yi masaya sertçe vurarak ayaklandım.

Ayaklanmamla da, şu Erol Taş kılıklı adamla göz göze gelmem bir oldu. Tehditkâr bir üslupla,

– Bana mı dedin, diye sordu.

Aslında bu, bir soru değildi. Öyle olsa, öznesi yüklemine uyumlu bir cümleyle karşılık verirdim. Tabiî, bu tutulmamda, adamın, birden bire gözlerimin kadrajına giren iri pazılarının da etkisi vardı.

– Yok yav, kediye, dedim acemice.

Eyvahlar olsun! Adam, bu yanıtımdan, onu aptal yerine koyduğum sonucunu çıkarmasın mı? Ama olan olmuştu bir kere. Nereden bilebilirdim bu iri kıyım herifte böylesine hassas, buluttan nem kapıcı bir kalp ve bu denli kırılgan bir ruh olduğunu? İnsan işte; içi bir âlem dışı bambaşka bir diyar…

– Dalga mı geçiyorsun lan, teres, diye kükreyiverdi.

Bu savaş borusunu işitmiş olan öncü birlikten birkaç kişi de, hücum emri için tetikte bekleyen savaşçılar misali doğruldular yerlerinden. Adam, hiçbir savunma yapmama müsaade etmeden devam etti:

– Şekersiz çay istedin, orada bi kıllandım zaten. Aslanım, hangi çay ocağında, nerdeki kahvede şekerli çay verildiğini gördün? Hepsi şekersizdir. Tabağının yanında gelir, sen koyar, karıştırır, zıkkımlanır, paranı da öyle masaya vurarak falan değil, efendi gibi, paşa paşa ocağın başına gelir, verirsin. Bu işin raconu budur. Bi liraya çayını doldurayım, şekerini atıp karıştırayım, ellerimle de içireyim istersen, ha? İyi valla, oh, ne ala memleket… Nerden türüyonuz olum siz? Hem bu ne? Şekerleri çayına değil, çayını tabaktaki şekerlere dökmüşün, artist misin, cins misin koçum sen?

Bir insan ancak bu kadar yanlış anlaşılabilirdi. Gel de anlat şimdi millî servet hassasiyetini, sonra kedinin terbiyesizliğini, daha öncesinde Hasan Abi’nin cenaze sebebiyle dükkâna kilit vuruşunu… Dayak birken bine çıkar alimallah! Demek, eskilerin sözlerini yabana atmamakta fayda varmış. Her ölüm zamansızdır, derlerdi de inanmazdım.

Dananın kuyruğu, kenarda hâlâ pis pis yalanmakta olan kedinin yüzünden kopmuştu. En son, bir cinnet halet-i ruhiyesiyle hayvancağızın üzerine atılıverdiğimi hatırlıyorum kudurmuş köpek misali. Hayır, adamın kalın boynunda git gide genleşen, genleştikçe daha da ürkütücü bir hal alan damarlarını görmesem bu kadar panik yapmayacaktım. Neyse ki adam ve diğerleri, ben kedinin peşinden koşarken bir kaçık olduğum vehmine kapılmış olacaklar ki ne peşimden gelen oldu ne de -duyduğum kadarıyla- ardımdan söven. O gün bugündür bende ülke ekonomisi bilinci ve hayvan sevgisi hak getire… Çaya gelince… Pek bir tatsız oluyordu zaten, şekersiz çay mı içilirmiş hiç!

 

Cüneyt Dal

 

 

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • Nadire , 12/09/2018

    Bilal Can’dan sonra Türk edebiyatını sırtlayan ikinci bir isim vermek gerekseydi, bu kişi Cüneyt Dal olurdu.

  • Beşer , 11/09/2018

    Ihtimalleri düşünerek, çayda şekeri kesmemek lazımmış

  • Kul , 13/11/2017

    Demekki ne yapmak lazımmış?
    Kediye kızıp Erol Taş’ı kızdırmamak lazımmış 😂

Kul için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir