Kanlı Müsvedde

“Gerçekten içimizden birini bu gece öldürecek misin?”

“Evet” diye yanıtladım elimdeki tabancayı belli belirsiz işaret ederek. Hepsi, daha fazla izah etmem için bir süre yüzüme bakıp durdu. Bir an kendimi bu izaha muhtaç hissettim, fakat açıklamak istemiyor, belki de cesaret edemiyordum. Ağzımdan ancak “Hepinizi birden tanımak bana çok ağır geliyor” sözleri çıktı. Bunu söylerken sesim hiç de ellerimden az titriyor değildi.

Karşımda duran dört adamı, aynı odada toplamak için uzun süredir büyük gayret sarf etmiş, güç uğraşlardan sonra buna muvaffak olmuştum. Fiziki görünümleri itibariyle birbirlerinin kopyası olan bu insanlardan ilki bir diplomattı. Yüzünde yıllarca kurulmuş hayalin gerçekleşme sürurunu hiç eksiltmeyen bu adam, ahşapla kaplı odadakilerin arasında ilk tanıdığım kişiydi. Onu, daha çok küçük bir çocukken abimin “Aslında senden çok iyi bir diplomat olur he!” dediği sıralarda tanımış, okulda öğretmenlerim tarafından her “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna kendisiyle yanıt verdiğimde tanışıklığımızı adım adım tahkim etmiş, nihayetinde bu tanışıklık kendi doğal seyri içinde dostluğa dönüşmüştü. “Diplomat ne demek?” diye her sorulduğunda genellikle birbirimize bakar, kendimizden emin bir şekilde tebessüm ederdik. Karşılaştığım her sorunda kendisinin fikrini almayı asla ihmal etmez, o da insanlarla yaşamanın bir sanat olduğunu, sorunsuz insani ilişkilerin sırrının ortak müştereklerde buluşmak ve mühim olanın bu müşterekleri tespit etmek olduğunu anlatan oldukça uzun, ama asla dinlemekten usanmayacağım nutkuna başlardı. Bu tür nutukların hemen hepsinde “Tacettinciğim” derdi, “A noktasıyla B noktası arasında en kısa çizgi yalnızca müspet ilimlerde düz bir çizgidir”. İtiraf edeyim her seferinde yanından hayranlıkla ayrılırdım. Fakat aramızdaki münasebet, yalnızca benim ona başım sıkıştığında başvurmak üzere tesis edilmemişti. Bütün bunlara mukabil, özellikle liseli bir gençken, ona hayatta kalmasını sağlayacak iştiyakı vermeye başlamıştım. Dostluğumuzdaki dengeyi ancak bu şekilde sağlayabiliyordum. Onunla ilgilenmeyi bir an bıraksam yalnızca tatlı bir hatıra olarak kalacaktı, bunu ikimiz de çok iyi biliyorduk. Onu sürekli besliyor, âdeta büyütüyordum. Böylece gözümün önünden ayıramayacağım kadar belirgin hale gelmiş, bu ise bana içten içe rahatsızlık vermeye başlamıştı. Bu odaya da, o rahatsız edici belirginliğiyle gelmişti.

İkili koltukta diplomatın hemen yanında oturan akademisyenle lisans öğrencisiyken, bana verilen bir ödev vesilesiyle tanışmıştım. İlginçtir ki bu tanışma okuldan ilgi ve alakamı kestiğim pandemi dönemine denk gelmişti, insan hakları ödevi yaparken ona oldukça ısınmıştım. Onunla tanıştığım sıralar uluslararası göç hukuku üzerine kısmi bir ihtisası vardı. Aslında bana soracak olursanız buna adam akıllı ihtisas demek gülünçtü, zira bütün bildiği istisna kabul edilebilecek birkaç içtihat kuralından ibaretti. İlk bakışta ilginç görünen bu istisna içtihatlar kendisinde uzman olduğu fikrini uyandırıyor gibiydi. Allah’tan bunu çok geçmeden anlamış olacak ki savaş hukukuna merak saldı. Burada fena işler çıkarmadı, zira seviyordu. Örneğin bir gece, makale okuduğu esnada heyecandan ayağa kalkıp odanın içinde hızlı hızlı volta attığı vâkidir. İşte bu tür durumlarda bu heyecanını bir tek bana anlatabiliyordu. Ansızın çıkıp geliyor, “Biliyor musun…” ile başlayan cümleler kuruyor ve yorulmadan saatlerce anlatıyordu. Anlattıkları keyiften başka zihni bir tatmin veriyor, galiba ona en çok bu yüzden derin muhabbet duyuyordum. Fakat gelin görün ki son zamanlarda beni bunalıma sokacak davranışlarda bulunuyordu. Asla tatmin olmuyordu. Yapması gereken bir şeyi yaptığında tam olarak tatmin olmuyor, zihninde “oldu” çizgisini bir türlü herhangi bir noktaya yerleştiremiyor, bundan uzun uzun yakınıyordu. Bunlardan sonuncusu geçen hafta yaşanmıştı. O günden iki gün önce, daha öncesinden uzunca bir süre ikimizin de zihnini meşgul eden bir hukuki sorunu mükemmel bir muhakemeyle çözdüğü müjdesiyle yanıma gelmişti. Ama nasıl çözüş! O an zihnimin nasıl mutmain olduğunu hâlâ tarif edemiyorum. Artık ikimiz de, bir fikri ölümüne savunma kararlılığına sahip olmuştuk. Fakat bu sevinçten iki gün sonra, tam uyumak üzere gözlerimi kapamamı takip eden ikinci dakikanın içinde arayıp aynı meseleyi tam tersinden değerlendirmişti. Keşke o an kaybettiğim yalnızca gün boyunca arzulamış olduğum mışıl mışıl bir uyku olsaydı! Önce derin bir hayal kırıklığı duymuş, bu hayal kırıklığı önce aldatılmaya tahammül edememeye, sonrasında derin bir nefrete dönüşmüştü. Hayatımda belki de ilk kez birinden nefret ediyordum. O günden sonra, onunla ancak bu odaya davet etmek üzere aradığımda konuştuk.

Akademisyen ve diplomatın oturduğu ikili koltuğun tam karşısındaki tekli koltukta oturan ise bir dış ticaret uzmanıydı. İçlerinde en mutlu olanıydı. Yüzünde ne diplomatın bir mecburiyet gibi taşıdığı ciddiyet, ne de akademisyenin talip olmadan elde ettiği endişeden bir iz vardı. Sadece mutluydu. Onunla da geçtiğimiz sene tanışmıştık. İçlerinde, beraber iken en rahat olduğum insandı. İnanabiliyor musunuz, elindeki boş zamanla ne yapacağını bile bilemiyordu! Herhangi bir şeyi dert ettiğini de tanışıklığımız süresince hiç müşahede etmemiştim. Kendisine gıpta ile bakmamın sebebi bana geçimimi sağlayacak maddi imkânları sunması değil, bu dertsiz ve tasasız haliydi. Bunun nasıl mümkün olduğunu sorduğum bir gün “Çok basit” demişti. “Yapman gereken her şey çok net. Yapıyorsun ve bitiyor. Nasıl yaptığına da başkaları karar veriyor, en rahatlatıcı olanı da bu. Bana kalan bir şey yok.” Şimdi elimde tabanca ile karşısında dururken bile bu rahatlıkla bana tebessüm ediyordu.

Onun hemen yanındaki tekli koltukta oturan ise bir öykücüydü. Aslında bu odada olması gereken biri değildi. Onunla, bu odaya herkesi toparlama fikrini kurduğum bir gece yürüyüşü esnasında tanıştım. Neden bilmiyorum, hemen o gece kafamda kurduğum herkesi bir odaya toplayıp içlerinden birini öldürme fikrimden bahsettim. Heyecanla “Ben de gelebilir miyim?” dedi. “Neden birini öldürmek zorundasın?” diye sormaması beni memnun etmişti. Kısa bir sessizlikten sonra gelmek isteyişinin sebebini izah etti. Arada bir yazdığı bir edebiyat sitesinin editörü, sürekli kendisinden yazı göndermesini istiyormuş. Benim bu planım onun için eşsiz bir gözlem kaynağıymış, bunun muhakkak öykü olarak yazılması gerekliymiş. Bunu hep yapabilirmişiz. Böylece editörüne de sürekli yazı gönderebilirmiş. Hemen orada öykülerini beraber yazabileceğimizi teklif etmişti. Heyecanı, onu reddetme cesaretimi imkânsız kılıyordu. Odaya geldiğinden beri gözlerimin içine bakıp olan biteni yazıyordu.

O gece sabaha kadar diplomat dışında herkes neden kendisini öldürmemem gerektiğini uzun uzadıya anlattı. Herkes, birinin gerçekten ölmesi gerektiği fikrinde hemfikir gibiydi. Buna kimsenin itiraz etmeyişi ellerimin titrekliğini biraz olsun dindirmişti. Böylece, kendimde tabancamı o an konuşan kişiye doğrultmak cesaretini bulabiliyordum. Akademisyen, kendisinin bana özgürlük vaat ettiğini, kati surette kendisini öldürmemem gerektiğinden bahsediyordu. Ona sorsaymışız, evet hiç de kolay bir arkadaş değilmiş, zamanımı fazlasıyla meşgul ediyormuş fakat o meşgul edilen zamanda başka bir şey yapmaya değer miymiş ki? Dış ticaret uzmanı ise rahatını bozmuyordu, öldüğü anda kiramı bile ödeyemeyeceğimden söz edip kendisine son derece muhtaç olduğumu zımnen ifade diyordu. İçlerinde, koltukta rahat rahat oturan da yalnızca oydu. Örneğin o an diplomat oturur vaziyette dirseklerini dizlerinin üstüne koymuş, avuç içlerini yavaş yavaş birbirine sürüyordu. Konuşması için gözlerinin içine baktığım esnada birden az evvel yavaş yavaş aldığı nefesi hızlıca vererek ayağı kalktı.

Ben beni ikna etmek için argümanlarını sunmasını bekliyordum. Fakat o, benimle konuşmak yerine akademisyen ve dış ticaret uzmanına döndü. Aralarında ittifakla verecekleri bir kararın aksine davranma cesareti gösteremeyeceğimi çok iyi biliyordu. Diplomat, fısıltıyla diğerleriyle konuşmaya başladı. Akademisyenin yanına gidip kulağına bir şeyler fısıldıyor, ardından aynısını dış ticaret uzmanı ile yapıyordu.

Az sonra üçü birden ayağa kakarak bana yaklaştılar. Birinin ölmesi gerektiğine hemfikir olduklarını, fakat bunun daha vaktinin gelmediğini anlatmaya başladılar. Kendilerine bu gece birini öldürmeye kesin niyetli olduğumu söylediğimde hepsi “Biliyoruz” dercesine baktılar. Sonra akademisyen “Şu an hiç rasyonel değil ama…” dedi ve bütün gövdesini köşesinde hâlâ oturur vaziyette olan öykücüye çevirdi. Aynısını diğer ikisi de yaptılar. Öykücü o an başını gömdüğü kâğıttan kaldırıp bana doğru baktı. “Aslında başından belliydi böyle olacağı” dediği esnada kendisine tabancayı doğrultmuştum. Garibim, hayatımda beni yoracak herhangi bir şey yapmışlığı da yoktu. Henüz tanışmıştık. Beraber birçok öykü yazmayı hayal etmiştik, o kadar.

Bu üçlünün beni manipüle etmesine içten içe sinirleniyordum. Gelin görün ki yine de en başından beri gerçekleşmesini istediğim şey tam da bu muydu acaba diye düşündüğüm esnada hiç öykü yazmak istemediğimi anlıyordum. Gözlerimdeki son tereddüt belirtisini öykücü “Üzülme, senden öykücü olmazdı zaten, şu olan bitenin saçmalığına bir bak!” dediği anda kaybetmiştim. Tetiği çekt…

Tacettin Aslan

 

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • mad , 04/01/2023

    Cesurca kendi ölümünü yazabilecek bir öykücü.. Kaleminize sağlık…

    Not: Diğer karakterlerin öyküsünü/akıbetini de merak ettik :)

  • kırmızı mercedes , 03/01/2023

    tacettinin potansiyelleriyle yatıp kalktığına emindim. içlerinden en çekilmezi öykücü olanmış.

    • tacettin , 03/01/2023

      ölünün arkasından konuşulmaz.

  • Heheyaw , 03/01/2023

    hikayeyi okumadım ilk cümleyi ve ilk paragrafòn dört kişiyi tanımak ağır gelme kısmına kadar geldim.şimdi o dört kişi de kendi karakterinin farklı yönleri diye bir düşünce belirdi içimde bakalım doğru mu.

    • Senerşeyibşrrsn , 04/01/2023

      yine çok zekalıyım

Heheyaw için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir