
Yayınevi yayınevi dolaşmama rağmen şaheserlerimi yayımlatacak delikanlı bir editör bulamamıştım. Bugün de ismim, kitapları yok satacak kadar ünlü olmadığı için, gittiğim her yerden kovulmuştum. Yine de yılmadım. Bir gün gelecek ve tüm dünya benim adımı duyacaktı. Yayınevleri yazdığım yazıların peşinde koşacak, bugün yüzüne bile bakmadıkları yazılarımı, yarın beni Karun yapacak fiyatlardan satın alacaklardı. Fakat hangi yarın? Bu sorunun cevabını düşüne düşüne eve gelmiştim.
Evin kapısında ödenmeyen kira dedektörü -ev sahibim- duruyordu ve buradan ötmeden geçmem imkânsızdı. Dünya yansa umurunda olmayacak birinin, kira konusunda bu kadar ısrarcı olmasını anlayamıyordum. Dedektörden yanarlı dönerli ötüşlerle geçebileceğimi ve bu sayede şöhret olacağımı düşünmüştüm. Bir hışımla öne doğru gittiğimde ev sahibimden evden de kovulduğumu öğrendim. İşte bu sefer bayağı bir çuvallamıştım. Eşyalarımı toplamam için iki gün süre verdiğini söyleyen ev sahibim gittikten sonra, telefondan geri sayım aracını başlattım.
Her yerden kovulan fakir ama gururlu bir genç olarak tam 48 saatim vardı. Bunu dakika ve saniye cinsinden hesaplayacak bir matematiğim olmadığı için bu iki basamaklı sayının daracık çemberinde sıkışıp kalmıştım. Ne kadar zamanı kaldığını bilmemesi tuhaf bir şekilde cömertleştiriyor insanı. Ölmeyecekmiş gibi yaşamak, bazen tadından yenmez bir hal alıyor. Bir hafta ömrüm kaldığını bilsem, kanepenin üzerinde sabahtan akşama oturmazdım. Bir dakikam olup olmadığını bile bilmeyince, kanepe baya rahat geliyor gözüme. 48 saatlik çemberin daraldığını hissettiğim o ana kadar, hep ağır ağır hareket eden benim bile iki ayağım girecek bir papuç bulamamıştı. Zaman, sanki bu ana kadar hiç aleyhime işlememiş gibi ona kızgın bir bakış attım ama nafile. Ben sert sert baktıkça korktu mu ne olduysa artık, daha da bir hızlandı sanki. Cebimdeki onlarca ıvır zıvırın arasından tek seferde anahtarı bulup eve girdim. Bu kahramanca hareketten sonra fonda çalan “Dönence”yi dinlemem için zamanın bana izin verdiğini gördüm. Ufak bir göz kırpıp, ellerini cebine soktu ve ayaklarını yerde sürüyerek şarkının bitmesini bekliyordu ki o sırada olan oldu. Zamanın ensesinin genişliği avuçlarımın içini kaşındırmıştı. Kendimi tutamayıp şarkının da verdiği gazla ensesine şaplağı yerleştirdim. Aman Allah’ım! O nasıl bir ses! İçim bir hoş oldu. Zaman, ben mutluluk sarhoşluğu yaşarken her zamanki gibi hızlı davranıp şoku atlatmış. Bana döndüğünde suratıma kocaman bir şey fırlattı. Bu kocaman, ansiklopedi gibi şeyin kafamda yarattığı zonklama geçtikten sonra gözlerimi açabildim. Elimi uzatıp kafama gelen şeyin ne olduğuna baktığımda bir fotoğraf albümü olduğunu gördüm. Havasızlıktan sararmaya başlayan fotoğraflar birden kendimi zaman makinesine binmiş gibi hissettirdi. İleriye gitmek için yapabileceğim tek şey yaşamakken, geçmişe gitmek için sayfaları çevirmem yetiyordu. Ne teknoloji ama! Birden önüme bir fotoğraf çıktı. Bu fotoğraf büyük bir isyanın fotoğrafıydı. Can sıkıntısından ne yapacağımı bilmediğim bir gün: “Bugün bitmemek için kiminle anlaşma yaptı bilmiyorum ama ben artık yarına geçiyorum” diye bağırıp salondan odama geçtiğim, henüz 12 yaşındaki fotoğrafım. O zamandan belliydi bir baltaya sap olamayacağım. Çünkü sap olmak bana göre değildi. Hem saplar ancak baltalarla anılıyordu. Fakat benim başka bir hedefim vardı. Bulunmayan yeri bulmak, gidilmeyen yere gitmek, sevilmeyen şeyi sevmek. Büyüyünce buna yazılmayan şeyi yazmak, olunmayan kadar meşhur olmak, kazanılmayan kadar çok para kazanmak falan da eklenmiş de farketmemişim. Aslında ben bu insanların küçük hesaplarıyla zindana çevirdiği modern hayatı değil; tahterevalli üzerindeki gibi bir inişli bir çıkışlı olan hayatı istiyordum. Bunu bir nebze de olsa başarmıştım. Çıkış rotasını henüz çizemesem de iniş kısmında bayağı başarılıydım. Sayfaları çevirdikçe büyüyordum. Büyüdükçe büyüdüm, büyüdükçe büyüdüm…
Artık bir odadan bir odaya geçmek zamanı değiştiremiyordu. Eh be zaman! Benim gibi adama yapılır mıydı bu hiç! Beni oyaladın oyaladın şimdi de oyalanmalarımı yüzüme mi vuruyorsun. Zamanın bana yaptığını sandığım her şeyin, aslında benim eserim olduğunu hissettiğimde birden kollarımın dermanı gitti. Zamanda ileriye gidecek gücüm kalmadığını hissettim. Albümü kapattım. Zaman suratıma: “Seni yine oyaladım. Bak artık 3 saatin var” der gibi bakıyordu. Yine kandırılmıştım ama bu sefer günah keçisi zaman değildi. Bizzat bendim. O an eşyalarımı toplamayı bıraktım. Çantamı tamamen boşalttım. Sadece albümü ve yazdığım şaheserleri çantaya koydum. Bugüne kadar kazandığım tüm parayı -86 lira- ve kalan eşyaların tamamını, ödenmemiş kiraların yerine ev sahibine bıraktığıma dair bir not yazdım. Notu masanın üzerine ev sahibinin görebileceği şekilde koyup evden çıktım. Anahtarı her zamanki gibi kapıdaki ayakkabının içine bıraktım. Çantamda zaman makinem ve şaheserlerim, sırtımda ceketim, ceketin ceplerinde atıştırmalıklarla yola düştüm. Gün akşam olmak üzereydi. İnsan güneşe sırtını dönünce, kendi gölgesinin büyüklüğü karşısında serseme dönüyormuş meğer. Şaheser sandığım yazılarımı, yolumun üzerindeki çöp tenekesinin kıyısına iliştirdim. Kaybolmak için güzel bir gündü. Sıyrıldığım tüm kimlik kirliliğinin ardından sadece kendim olarak yola koyuldum. Bugün çarçabuk bitmek için kiminle anlaştı bilemiyorum ama ben artık yarına değil kendi mefkadıma gideceğim. Bulunca görüşür müyüz?
Halime Aydın
Resim: Nakajima Kiyoshi
8 Yorum