Ken’ân’ın Kuyuları

Ömrünün otuz dokuzuncu baharıydı. Kendine seslendiği, kendine diklendiği, kendine mızmızlandığı günler bitmişti. Berhavâ olan gençliğini düşündü. Saatine baktı. Vakit ikindinin dinginliğine çağırıyordu. Mavi bir gökyüzü, saydam bir deniz, içini gıdıklayan hafif bir rüzgâr, temiz bir hava vardı. Nisan ayının ihtişamı ruhunu okşadı.

– Tamam, bugün hüzünlenmem için bir sebep yok, dedi kendi kendine.

Kalabalığın içinde âheste yürürken, sol tarafında, denizi arkasına almış, bacak bacak üstüne atmış, sigarasını yer gibi, çökmüş avurtlarıyla içine çeken, kırklı yaşların sonlarında olduğunu tahmin ettiği adama dikkat kesildi. Teklifsizce yanına oturdu. Önünden akıp giden kalabalık, birbirlerine takılan adamlar, şuh edâlı kadınlar, neşe kaynağı genç kızlar umurunda değildi adamın. Saçlarının ve sakallarının akları siyahına galip gelmişti. Bakışları, sara nöbeti tutmuş bir hastanınki gibi, korkunç ve yıpratıcıydı. Üzerindeki paçavra elbiseler perişanlığı; fiziki yapısı ise, yıkık, harabe bir binayı andırıyordu. Güzel giyinmek, güzel görünmek için birbiriyle yarışan, “Bugün ne giysem?” boyunduruğu altında ezilen modern insana muhalefet olsun diye, masal dünyasından fırlamış bir masal kahramanını andırıyordu. Hani gülse, çirkinlik yüzünden akacak ve tüm sahili çirkinliğe bulayacak bu adamda kendini cezbeden sır neydi, bilemedi. İkircikli bir ruh hâli vardı. Kalkmakla oturmak arasında gidip geldi.

Adam,

– İnsan yüzüne güldüğü kişiyi reddetmemeli, dedi.

Hırıltılı sesi tüm terkibi tamamladı. Gözleri buz tutmuş bir göl gibiydi. Ufacık bir his belirtisi yoktu.

Kenan banka yaslandı. İlk defa konuşuyormuş gibi hafif kekeleyerek,

– Kalbim saçların ve sakallarından daha dağınık. Toparlanmak ve mutluluğa bir pencere aralamak için daha kaç bahar bekleyeceğiz?

– Vazgeçmek mutluluğun ilk adımıdır.

– İçimizdeki bu boşluk hiç dolmayacak mı, bu geç kalınmışlığı hiç telafi edemeyecek miyiz?

– Doyumsuzluk bir gayya kuyusudur. Düşmeye gör, çırpındıkça batar, battıkça mutluluktan uzaklaşırsın, dedi.

Adam, gömleğinin cebinden tütün tabakasını çıkardı. Bir sigara sarıp uzattı. Kenan, ruhundaki tüm keşliğe rağmen bir türlü alışamamıştı şu merete. İtiraz etmeyip yaktı. Sigara, parmaklarının arasında sahil boyu dikilmiş palmiye ağaçları kadar eğreti durdu. Daha bir nefes çekmişti ki, adam hışımla elinden sigarayı aldı. Söndürüp tabakaya yerleştirdi. Ardından tiksintiyle,

– Ne yaparsan yap hakkını vererek yap, sigarayı israf etme, dedi ve devam etti:

– Şimdi, kendi doyumsuzluk kuytularımıza çekilme zamanı.

Kenan, tipide savunmasız kalmış bir serçe gibi çırpınarak, adamın gitmemesi için son bir hamle yaptı:

– Ben Kenan, dedi.

Adam kalkmıştı, geriye döndü. İsminin yabancısı, acemisiydi sanki. Bir şeyler hatırlamaya çalıştı. Vazgeçip bir veda cümlesi mırıldandı:

– Dünyanın her yeri Ken’ân’dır. Her sokağın başında bir kuyu vardır. Ama her kuyu insanı azizliğe yükseltmez, dedi.

Adam, denizin üzerinde yürüyerek, ufukta kayboldu.

Kenan, sahilde yalnız, yapayalnız kalmıştı. İnsanların arasında bir korkuluk gibi dikildi. Ne yöne gideceğini kestiremedi. Makasları yanlış değiştirilmiş bir tren misali menzilini şaşırdı. Onulmaz yalnızlığına doğru yürüdü. Deniz, ayak seslerini yutarken, o, bir paratoner gibi insanların içinde saklamaya çalıştıkları hüznü üzerine çekti. Kendi hapishanesinde mahkûm bir adamın voltalarıydı yürüyüşü. O yürürken, gün devinimini tamamladı. Güneş guruba yaklaştı.

Sahil gündüzün keşmekeşinden kurtulmuş, akşam soğuğuna aldırmayan birkaç kişiyi ağırlıyordu. Ayın ve yıldızların o sâde ışığı ile yetinmeyenler her tarafı spot lambalarla aydınlatmıştı. İkindi vakti çirkin adamın oturduğu bankta bu sefer bakımlı güzel bir kadın oturuyordu. Çirkin adamla kadın arasındaki tek ortak nokta yüzlerindeki kayıtsızlıktı. Beyaz elbisesiyle bir kuğuyu andırıyordu kadın. Yüzünde, gençlikten orta yaşlara doğru esen ılık bir hava vardı. Atkuyruğu bağladığı saçlarıyla içindeki dağınıklığı saklamak, insanlara dik görünmek istiyordu belki de. Kenan kadının yanına oturdu.

– Bugün de akşam oldu, dedi.

Kadın,  kendi haline bırakılsa mahşer gününe kadar susabilirdi.

– Her gün oluyor, diye cevap verdi.

Sesinde memnuniyetsiz bir tını vardı.

– Her gün oluyor ama aynı değil, bak bir saç telim daha döküldü, dedi.

Kadın başını çevirdi. Göz göze geldiklerinde, kadının bakışları iki kara deliğe, iki sessiz boşluğa doğru çekiyordu Kenan’ı.

– Kuyu, dedi Kenan.

Kadın hafif tebessüm etti. O gülümsemeye deniz hayran kalıp sükûnete kavuştu. Eliyle omuzuna vurdu.

– Ne kuyusu şaşkın?

Kadın kahkaha attı. Güldü, güldü,  sonra kesik kesik hıçkırarak ağlamaya başladı. Yanağından süzülen yaş dolunayın altındaki yakamoz gibi parladı. Kenan, o inci tanesinin kadının yanağından aşağıya süzülüşünü seyredip

– Her insanın içi bir kuyudur. Başkalarına koşarken kendi içimizdeki kuyuya düşer, kendi kuyumuzda boğuluruz. Lâkin bu kuyular bize hep başka sûretlerde görünür, dedi.

– Bir kadın için huzur, ekmeğin kokusunu duyup ona dokunamamaktır. Mutsuzluğa alıştım, kadınlar bazı şeylere daha çabuk alışırlar.

– Alışkanlık yoktur, kabullenmek vardır!

– Kadın ömrünü sığınabileceği, yaslanabileceği bir omuz için çürütebilir.

– Çünkü, sığınmak fıtrîdir.

– Bazen de biri gelir, saçımızın en kırık teline bile dünyadaki kadınlardan daha çok değer verir. Bu sefer de çok sevilmek şımartır bizi. O peşimizden geldikçe biz kaçarız. Kaçtıkça bir gölge gibi yanı başımızda buluruz. Mutluluk artık elimizin altındadır. İstediğimiz zaman uzanıp alabiliriz. Sanırız ki bu adam hep egomuzu okşayacak. Ömür boyu etrafımızda pervane gibi dönecek. Ardımıza baktığımızda ise, o adamı bizim için nefes alamayacak kadar yorulduğunu görürüz. Sonra da bulunduğumuz yerde kalakalır, hiç olmayacak birine ‘evet’ deyiveririz.

– İnsan kaybettiklerinin ağırlığını taşır omuzlarında. Çoğu şeyin bedelini ömrümüzle öderiz ve insan tercih ettikleri kadardır.

– Ömrümüz deli bir nehir gibi akıyor ve biz tüm hüzünlerimizi kıyılarımızda biriktiriyoruz.

– İnsana hüzün kadar yakışan hiçbir elbise yoktur. Çocukluğumda insanların yüzündeki tebessüm bile bir hüzün taşırdı. Şimdiki insanların hüznünde bile bir cıvıklık yatıyor. Hüzün aramızdan çekilip gidiyor.

– Yalnızlık şiirini bilir misiniz?

– Evet.

Kadın küçücük dudaklarıyla mırıldanmaya başladı:

“Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
Yıldızlar aydınlık fikirler gibi
tavanda salkım salkım

bu gece dağ başları kadar
yalnızım
Çiçekler damlıyor gecenin parmaklarından
dudaklarımda

eski bir mektep türküsü
karanlıkta sana doğru uzanmış ellerim
gözlerim, gözlerini arıyor durmadan;
nerdesin?”

Kenan, kadının dizleri üzerindeki ellerine baktı. İncecik parmaklarındaki zerâfeti gördü. Elleri rotasını şaşırdı. Elleri kadının ellerine dâhil olmak istedi.

– Benim adım Kenan benden Yusufluk sâdır olmalı, dedi ve başını öne eğdi.

Bir çift ayak sesi sahili döve döve yaklaştı. Önüne iri kıyım bir adamın gölgesi düştü. Izbandut gibi karşısına dikilen adama baktı. Saçlarının önü tamamen dökülmüş, sakalları yanaklarından taşıp gözaltlarına kadar çıkmış, bıyıkları ağzına giriyordu. Bir kadavra gibi açık göğsünden kıllar dışarı fışkırıyor, böğürür gibi bağırıyordu:

– Nerdesin lan kadın! Bir saattir seni arıyorum.

Adamın ağzından küfürler salyalarıyla birlikte çıkarken, Kenan yüzünü kadına çevirip gözlerine baktı. Kadın titrek bir sesle,

– Kocam, dedi.

İri kıyım adam kadını kolundan tutup götürürken, homurtusu devam ediyordu:

– Ne işin var lan senin bu hanım evlâdı, züppenin yanında?

Kadın giderken ardına hüzünlü bir bakış bıraktı. Bakışları geceyi yırttı. Yıldızlar gözlerinden nar taneleri gibi yere saçıldı.

Kenan’ın kulaklarında sıkıntının gümrâh çığlıkları yankılanıp uğuldadı. Elleri cebinde, dudaklarında ıslık, bir türkünün ritminde sahil boyu yürüyerek durağa geldi. Otobüse bindi. Yanı başında oturan delikanlının uzun, bakımlı saçları göz kamaştırıyordu. Elindeki telefona gömülmüş ve varlığından haberdar değilmiş gibi davranıyordu.

Kenan,

– Telefon, internet, kuyu, diye söylendi.

Delikanlı, kulaklığından dışarıya taşan müziğin sesinden başka bir ses duymuyordu. Üç durak sonra inmek için kapıya yöneldi. Kenan’ın içinden kalkmasa, biraz daha otursa, yalnızlığıma katran çalmasa düşüncesi geçti. Genç adam kırmızı butona bastı. Otobüsten inip siyah saçlarını sallaya sallaya karanlığa karıştı.

Otobüs her gün aynı güzergâhtan gitmesine rağmen Kenan’ın içine bir şüphe düştü: “Acaba yanlış otobüse mi bindim?”  Her akşamki gibi boğucu, kapkara bir yalnızlıktan, koyu bir kasvetten başka kimselerin beklemediği evlere yürümenin ıstırabını duydu. Sokak lambalarının donuk ışığı altında yürüdü. Eve vardığında uyku, bir düşman gibi fütursuzca gözlerine saldırdı. Direnmeyip uykuya teslim oldu. Gece yarısı korkuyla uyandı. Elini yüzünü yıkarken, aynadaki yüzünü tanıyamadı. Odaya döndüğünde yatağında biri yatıyordu. Kendi ölü bedeni olduğunu fark etti. Kalbinde düne ait pişmanlıklar büyüdü. Ölmüştü ve artık bugün ve yarın diye bir şey yoktu. Odanın içi tanıdığı ve hayatta bir kez olsun karşılaşıp selâm verdiği insanlarla doldu. Sonra tüm bedenler bir insanda, tüm yüzler tek sûrette cem oldu. O sûret bir fotoğraf, bir heykel, bir put gibi kıpırtısız duruyordu. Yorgun kalbi bu manzaraya fazla dayanamadı. Soğuk cesedine sarılıp tekrar uyudu.

Celal Kuru

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Muhayyel , 19/01/2018

    “Sığınmak fıtrîdir” demiş celal kuru.

  • ali söyler , 26/04/2016

    Peyami safa gazete yazılarını osmanlıca yazarmış. o neslin osmanlıca itiyadı vardır ara ara. Peyami’nin yazıları yarım sayfa olurmuş ve üzerinde hiç karalama olmazmış.ne anlatmak istediğini bilen sözü uzatmayan insicamlı ve muannit yarım sayfa… bir hikayeci ara ara kendine sormalı “en minimal hikaye ne kadar olabilir?”. Ben şu kadarını yazabilirdim heralde :”sadece sarılsaydık her şey yoluna girecekti ama sarılamadık”…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir