Keşke

— Keşke… keşkee… keşkeee… keşkeeeee

Üstünde yıpranmış elbiseler… Giyilmiş değil, üstüne bağlanmış, sarılmış çaput parçaları. Saçları uzun, iki yana taranmış gibi. Aslında kirden, pislikten birbirine yapışmış saç telleri bu pis ağırlığın etkisiyle iki yana bırakmış kendini. Sokağın köşesinde oturuyor. Geceleri nerede kaldığını bilen yok. Normalde sessiz, sakin ama nedense bazı anlar gittikçe yükselen bir tonda aynı kelimeyi tekrar ediyor:

— Keşkeeee!

Kahveci Metin abiye sesleniyorum:

— Metin Abi! Seninki gene başladı!

Yüzüme bakmıyor, ocağın başında çayları tazelerken umursamaz, cevaplıyor sözümü.

— Ellemeyin garibi!

Şaka yollu diretiyorum. Sırf Metin abi yanıma gelsin de muhabbet edelim diye.

— Abi öyle diyorsun da, insan tedirgin oluyor. Tamam, kimseye zarar vermedi şimdiye kadar ama. Ses yükseldikçe kalkıp üzerimize gelecekmiş gibi.

— İlişme oğlum işte. Kaç defa söyleyeceğiz? O adamın derdi büyük. Yoksa, insan her seferinde o sese nasıl ulaşsın? O keşkeler gırtlaktan değil ciğerden geliyor.

Sigaramı söndürüp kahveye geçecekken yanıma geliyor. Elini cebine atıyor. Sarma tütün. Elleriyle hazırlamış, tabakasından özenle çıkarıyor. Bir tane de bana uzatıyor.

— Metin abi, çok sert senin sigaralar be!

— Al işte uzatma! Bir şey olmaz.

Kırmıyorum. Yavaş yavaş, öksüre öksüre içeriz artık. Çırağa sesleniyor:

— İki çay kap oğlum!

Biri bana biri kendine. Belli ki dinlenmeye aldı kendini.

Kapalı alanda sigara içmenin yasak olduğu günden beri evden çıkarken, kahveye gidiyorum, demek garibime gidiyor. Biz sigara tiryakilerinin içeri girdiği yok ki. Bizimki kahve önüne gitmek. Biraz gariban hissediyorum kendimi, yalan yok. İçerde geniş masalarda, rahat sandalyelerde, fiyakalı kül tablalarında sigara tellendirdiğimiz zamanlardan kapı önlerinde iki büklüm, tabureye oturarak, aynı boş taburelerden birini kendimize sehpa yaparak sigara içer olduk. Kül tablası yok mu, diyeceksiniz, var: kaldırımlar. Belediye affetsin bizi. Çok haklarına giriyoruz adamların.

Çırak çayları getirip bırakıyor taburenin üzerine. Dumanı dümdüz yukarı çıkan çayı tutan bardaklar, taburede yamuk duruyor.

Allah’ım, ne günlere kaldık!

Metin abinin her içtiği sert. Sigarası sert, özel getirtiyor, tek tek, yavaş yavaş sarıyor, tabakasına yerleştiriyor. Çayı sert. Şekersiz, demli, kaynar, bildiğin acı. Benim çayım, sigaram onunkinin yanında hanım evladı. İlk yudumunu alırken yüzüne bakıyorum, hiçbir rahatsızlık ifadesi yok. Su içer gibi. Sigaranın dumanını içine çekerken yaptığı milyon hareketten sonra, yanaklar hafiften içeri göçmüş. Bir de huyudur, sigara yanarken yüzüne yakın tutar. Dumanlar yüzünü, gözünü öper. Gözler bu ilgiye kayıtsız kalamaz; kızarır, yaşarır.

Zorlana zorlana çekiyorum sigaradan bir iki nefes. Öksürme geliyor, serde erkeklik, Metin abi dalga geçecek diye tutmaya çalışıyorum. Boğaz temizler gibi yapıyorum. O sıra bana gerek kalmıyor. Bizim “keşke”cinin sesi sokağın duvarlarına çarpa çarpa geliyor üzerimize, sesten çığlığa geçerek.

O susuyor ben başlıyorum gülerek.

— Metin abi, gene başladı keşkeci.

Çayından bir yudum daha alıyor. Sigarasının dumanını seyrediyor bir süre. Hiç beklemediğim bir cümleyle giriş yapıyor.

— Doktormuş eskiden.

Bak şimdi attı işte, diyorum içimden ve içimde tutamıyorum sözümü, biraz yıkayıp insan içine çıkabilir bir cümle haline getiriyorum.

— Abi ne doktoru gözünü seveyim. Şunun haline baksana.

— Oğlum dalgaya alacaksan hiç devam etmeyeyim. Çayımı içer, geçerim içeri.

Metin abi dalgaya gelemez. Buralarda deniz olsaydı kesin dalgalı diye seyretmeyi bırakırdı. Vites küçültüyorum hemen.

— Tamam abi dinliyorum, sen devam et.

Mahalleye yakın bir hastaneye tayin olmuş. Gencecik çocukmuş o zamanlar. Yakışıklı falan. Şimdiki halinden eser yok.

— Sevdiği kızı vermemişler. Bu da kendini Mecnun kadrosuna almış diyeceksin abi.

Çayından bir yudumu daha boğazına masaj yapar gibi yavaş yavaş gönderdi. Ardından da sigaradan bir “fırt” yolladı ciğerlere.

— Yok be oğlum. Kız meselesi dediğin, bu kadar delirtmez adamı. Adam doktormuş diyorum. Kızı isteyecekler de ailesi vermeyecek.

— Doğru be!

— Kız da seviyormuş zaten. Gençler anlaşmış, aileler anlaşmış, belediyenin verdiği yetkiyi defterinin arasına sıkıştırmış bir memur, anlaşanları kayıt altına almış, velhasıl davul, zurna, halay evlenmişler.

Bazen ne kadar umursamaz cümlelerle geçiyor insanların ehemmiyet gösterdiği olayları. Dalga geçiyor, diyeceğim ama adamın fıtratında yok ki öyle bir şey.

Silahının birini kaybetmiş gibi hemen eline çayını alıyor. Yudum yudum anlatmaya devam ediyor.

— Bundan sonrası bizim yaşantımızdan farksız aslında. Ama hayat garip mesele. Her adımda bir önceki basamak yıkılıyor ve önünde öyle bir sis bulutu var ki karşına ne çıkacağını kestiremiyorsun.

— Abi yapma be. Ben böyle alengirli cümlelerden pek anlamam.

— Tamam oğlum, tamam. Senin anlayacağın şekilde anlatıyorum. Bir çocuğu olmuş bizim doktorun. Öyle sevmişler ki, ikinci bir çocuk akıllarına bile gelmemiş. Kucaklarından indirmemişler. Öksürse, hasta oldu, hemen hastaneye. Adam doktor ama hasta evladın olunca kendi söküğünü dikemiyorsun işte. Yaz kış battaniyelere sararak çıkarmışlar dışarı. Üşütecek diye. Yemek yemeyi kesse iştahı kapandı, şuruplar gelsin. Aman fazla öpmeyin, mikrop kapar. Bir mücevher gibi ne yana koysalar akılları kalmış. Velhasıl çok sevmişler evlatlarını. Doktor gece nöbette kaldığında bile arayıp oğlunu sorarmış hanımına.

— Evlat işte, sevilir tabiî.

— Sevilmez mi oğlum!

Birden dönüyor kahvehaneye doğru:

— Çırak!

İçerden çocuktan erkeğe geçmeye çalışan bir ses:

— Emret usta!

— Çayları tazele paşam!

Boşlar gidiyor, dolular geliyor. Metin abi gene çıkarıyor tabakayı, Birini zor kabul etti bünye, bunu nasıl kabul edecek?

— Abi sağ ol. Biraz sonra içeyim.

— Sen bilirsin.

Kahvehaneden birbirine uyumlu kaşık şıngırtıları geliyor, Metin abiye fon müziği… İsteseler bu uyumu tutturamazlar. Tabakayı kapatıp koluna bir iki sürüyor parlatma amaçlı. Sonra cebine atıyor. Sigarayı yakmadan anlatmaya devam ediyor.

— Biz nasıl büyüdük, bu çocuk da büyümüş okula gidecek yaşa gelmiş. Doktorla eşi telaş içinde. Okul seçmeleri aylar sürmüş. Sonra servis, kıyafet… Anne sabah okula gönderiyor oğlunu. Gelene kadar aklı onda. Baba hastanede ama çalışmak mümkün mü? Bazen okulu ararmış. Oğlunu sormak için. Gün olmuş, okul da bu durumdan sıkılmış. Hafiften azarlamışlar aileyi.

— Vay be! Anam bizi sabah sokağa salardı, akşam eve dönene kadar aklına gelmezdik abi.

— Sevmez miydi?

— Severdi, Allah var, severdi ama uzaktan. Çocuk kısmını şımartmayacaksın, derdi rahmetli.

— Allah rahmet eylesin.

Geçmişten bîhaber de olsa ölüm geldi mi muhabbete, ne söyleyecek söz kalıyor ne damakta tat. İkimiz de önümüze bakar olduk bir anda. Kesildi muhabbet. Yakmadığı sigarasını yakma vaktidir. Çakmağı yakıp uzatıyorum. Sigarasını yakarken son bir hevesle, dumanlı havayı dağıtmaya çalışıyorum:

— Eee abi?

Silkindi bir anda.

— Ne diyorduk?

— Çocuğu çok merak ediyorlarmış abi.

Kafasını toparlamaya çalışır gibi elini saçlarının arasında gezdiriyor.

— Hâsılı, insan çok değer verirse bir şeye, sonra başına bir şey geliyor işte. Sakınan göze çöp batar derler ya. Bir gün ambulans gelmiş acilin orta yerine, sesi duyan personel koşmuş, sedye falan. Ambulansın kapısını bir açıyorlar, üstünde okul üniforması ile bir çocuk, yarı baygın.

— Doktorun oğlu mu abi?

Sigarasını çekerken hafiften başını sallıyor, sözümü onaylıyor.

— Doktor, oğlunu görür görmez eli ayağına dolaşmış. Bir yandan babalığı tutmuş, ağlamaklı olmuş, öte yandan doktorluğu, yardıma koşmuş.

— Ne olmuş ki abi?

— Ne oldu, ne bitti bilen yok. Düştü, diyen de var. Başına sert bir cisim isabet etti, diyen de. Bizim doktor hemen almış tedavi için.

— Yazık be, kurtarsa bari oğlunu.

— Ondan daha kıdemli bir doktor arkadaşı gelip durdurmuş, “Kafan karışık ben ilgileneyim, yanlış bir şey yaparsın.” demiş ama dinleyen kim? Bizim doktor, benden başkası dokunamaz oğluma diye tutturmuş. İkna edememişler.

Sigarayı söndürüp “malum” kül tablasına atıyor Metin abi. Hafiften bir öksürük tutuyor adamı. Yarı öksürüyor yarı sözüne devam etmeye çalışıyor.

— Doktor dediğin soğukkanlı olmalı ya, doktorun içi yanıyor, kaynıyor. Nasıl soğukkanlı olsun?

— Abi, yoksa çoktan gitmiş mi sabi öteki dünyaya?

— Belki, öyle olsa, doktor ölümü daha çabuk kabullenirdi. Fakat içindeki duygularla cebelleşirken oğluna yanlış tedavi uyguluyor.

— Deme be abi! Nasıl yanmıştır içi adamın.

— Zaten insanları en çok verdikleri yanlış kararlar yaralıyor. Atılan yanlış adımdan sonra hep diğer ihtimallerde kalıyor gönlümüz. O ihtimaller sarıyor, sıkıyor, delirtiyor bizi.

— Eşine ne olmuş abi?

— Oğlumu sen öldürdün, diye diye doktoru terk edip gitmiş. Bir daha gören, duyan yok. Sonra da adam evin duvarlarına baka baka; oğlunun, karısının hayallerini göre göre delirmiş. Sokaklarda gezer olmuş.

Çırağa seslenecek gibi yaptı, vazgeçti. O sıra bir keşke daha vurdu duvarlara, aynı ses tonuyla geldi ama bu sefer, başka dokundu bana.

— Geceleri oğlunun mezarının yanına gider, orada uyurmuş yaz kış. Öyle diyorlar.

İnsanın ne soru soracak ne de konuşacak hali kalıyor. Bir kez daha dönüp bakıyorum “keşkeci”ye. Bir farklı görünüyor bana. İnsanların görünüşlerini, hikâyeleri değiştiriyor. Dalgaya alamıyorum çığlıklarını. O sıra Metin abi kolumu dürtüyor:

— Sigara?

— Yok, diyorum. Gel abi, içeri geçelim.

Ömer Can Coşkun

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • zeynep , 21/07/2016

    çok güzel.

  • Ayşegül U. , 20/03/2016

    Harika!

  • Allah bilir , 20/01/2016

    Dilinize, yüreğinize sağlık.

    ‘Bazı insanlar da doğuştan yazarlık kumaşı vardır ne kadar inkar etseler de.’

Ayşegül U. için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir