Kırılgan Ayna

“Offf!” diye haykırdı, “Canım çok sıkılıyor…”

“Neden? Ne oldu?” diyen bir ses geldi birden.

Baktı sesin geldiği yöne. Bu konuşan, sehpaydı.

“Çünkü mutsuzum,” dedi, “Hem de çok!”

“Neden?” diye sordu sehpa, “Neden mutsuzsun ki?”

“Çünkü…” dedi titrek bir sesle, “Daha fazla dayanamıyorum görmezden gelinmeye. İnsanlar çok kaba.”

“Ama nasıl?” diye sordu sehpa şaşkınlıkla, “İnsanlar her gün sana bakmadan geçmezler önünden.”

Sehpanın üzerinde duran telefon girdi söze: “Tozlandığında seni güzelce temizlerler.”

Sonra kulak misafiri olan halı konuştu: “Her evden çıkmadan önce sana bakarlar uzun uzun.”

Sonra boğuk bir sesle duvar aldı sözü: “Düşüp kırılma diye seni sağlam bir çiviyle astılar zaten.”

“Seni sevmeseler, böyle süslü bir çerçevenin içerisine korlar mıydı?” diye sordu koltuk.

Televizyon söylenmeye başladı: “Bence asıl sen kabasın, insanların bu kadar iyiliği karşısında yine de onlara kaba dediğin için.”

“Durun!” diye bağırdı duvardaki tablo, “Gitmeyin üstüne bu kadar. Önce bir anlayalım derdini. Sonra söylersiniz fikrinizi.”

Tablo haklıydı. Diğer tüm eşyalar, haksızlık ettiklerini anladılar ve aynayı dinlemeye koyuldular: “Bakın,” diye başladı ayna, “Hepsine bir yanıtım var sözlerinizin. Ben, sizler gibi değilim. Çok daha hassasım bazı konularda. Biraz anlayış gösterin.”

Sonra döndü sehpaya ve konuşmasına devam etti: “Sen biliyor musun bakmakla görmek arasındaki farkı? İnsanlar bana bakıyorlar, evet; ama beni görmüyorlar. Bunun nasıl bir duygu olduğunu tahmin edebiliyor musun?”

Sıra, telefona cevap vermeye gelmişti: “Tabiî alırlar tozumu… Ama beni sevdikleri için değil. Kendilerini daha net görebilmek için.”

Halıya döndü sonra: “Her evden çıkmadan önce bana, diğer insanlara güzel görünebilmek için bakarlar uzun uzun.”

Duvara seslendi bu sefer: “Evet, sağlam bir çiviyle astılar beni ama sırf benim için mi? Pahalı, el işi bir çerçevem olmasa umurlarında olur muydu kırılmam?”

Tüm eşyalar, şaşkınlıkla dinlediler aynayı. Hiçbiri uzun bir süre konuşmadı. Çünkü kafaları fena halde karışmıştı. Neden sonra suskunluğu, perdenin yanı başındaki köşe lambası bozdu: “İnsanların seni, işlerine yaramasan dahi sevmelerini mi bekliyorsun?”

“Evet,” diye karşılık verdi ayna, “Çok şey mi istiyorum?”

“Çok beklersin!” dedi köşe lambası sertçe. Odanın en kızgın eşyası olduğunu ses tonuyla belli ediyordu. Özellikle de yanmaya başladığında… Yandıkça ısınır, ısındıkça kızgınlığı artardı. Diğer eşyalar, onun neden bu kadar sinirli olduğuna bir anlam veremezlerdi.

“Hayır!” diye haykırdı ayna, “Yanılıyorsun… Ben, özenle yapıldım insanlar tarafından. Camım dikkatle seçildi ve gümüşün soğuk güzelliğiyle, suyun yumuşaklığıyla yapıldım. Sonra, çok şefkatli bir ustanın ellerinde oyuldu çerçevem. Benimle konuşarak, beni severek yerleştirdi içerisine. Demek, tüm insanlar bir değil. Şimdi mutsuzluğumun, yapıldığım yeri özlememin sebebini anladın mı?”

Köşe lambası, tam açacaktı ki ağzını, “Ah güzeller güzeli kırılgan ayna!” diyen bir sesle yuttu sözünü. Bu konuşan, bilge kitaplıktı. Kendisi, odadakilerce sakin, sabırlı ve ağırbaşlı olarak bilinirdi. “Üzülmeni istemem ama zannediyor musun ki seni sadece sevdiklerinden dolayı üretti insanoğlu? ‘Para’ denen şeyi duymadın mı sen? O öyle bir şeydir ki tüm eşyalardan çok ama çok daha değerlidir insanlar için. Onu elde etmek uğruna üretir, çalışır, yorulurlar. Senden para kazanmasalardı, emin ol, o kadar zahmete girmezlerdi.”

Bu sözler, büyük bir sarsıntıya sebep olmuştu aynanın içinde bir yerlerde. Öyle üzülmüştü ki; onun bu halini görünce, yandığı halde köşe lambası bile sakinleşmişti. “Demek, beni ben olduğum için seven bir tek insan bile yokmuş” diye mırıldandı. Sonra, kendini toplamaya çalışarak, “Hâlbuki kendilerini ne de çok seviyorlar. Birbirlerine güzel görünmek için neler neler yapıyorlar.”

“Hiç de öyle değil!” dedi köşe lambası. “Yaşadıklarımı, gördüklerimi bilseydin, böyle düşünmezdin.”

Aslına bakılırsa doğru söylüyordu. Odada, mağazadan alınmayan bir tek o vardı. Eşyaların en yaşlısıydı. Ev sahibi onu, babasından hatıra olarak kaldığı için tutuyordu evde. Babası, yıllar önce küçük bir antika dükkânında görüp almıştı onu. Kenarda öylece duran işlevsiz, kırık bir lambaydı o zamanlar. Evinde lambaya ihtiyacı vardı ve yenisi için yeterli parası yoktu. İşte böyle gelmişti bu eve. Şimdi, tüm eşyaların kulak kesildiğini görünce, devam etti konuşmasına:

“Neler yaşadım neler… Hepsi de uzun hikâye. Belki merak ediyorsunuzdur, neden bu kadar sinirliyim, diye. Çünkü yorgunum artık ve tahammülsüzüm. Yılların, bir tek hediyesi vardır biz eşyalara: Eskilik. Ah, ne diyordum? Evet… Bu eve gelmeden önce küçük bir antikacıdayken dükkânın sahibi, bir gün genç bir çırak aldı yanına. Adam, benim şimdiki halim gibiydi. Yüzü gülmez ihtiyarın tekiydi. Sonraları öğrendiğime göre genç, okula gitmek için paraya ihtiyacı olduğundan ve başka iş bulamadığından burada çalışmaya başlamıştı. İlk zamanlar, her şey güzel gidiyordu. Temizlik yapıyor, huysuz ihtiyara çay demliyor, etrafı düzenleyip topluyordu. Ancak sonradan giderek mutsuzlaşmaya başladı. İşlerini ya unutuyor ya da eksik yapıyordu. Gülmüyor, konuşmuyordu. İhtiyar, bu durumdan hiç memnun değildi. Kızıyor, bağırıyor, çirkin sözler söylüyordu garibe. Hatta… Bir iki kere vurduğu bile oldu. Şöyle diyordu hep: ‘Para veriyorum ben sana, para! Adam olmaz senden. İşime yaramasan ne diye yanımda tutayım? Serseri seni!’ Görüyorsun, insanlar sadece biz eşyaları değil, birbirlerini de bir işe yaramadıkça sevmiyorlar.”

Ayna, hikâyeden çok etkilenmişti. Kendisiyle o zavallı genç arasında kuvvetli bir bağ hissetti. Bir an kendi derdini unutup sordu merakla: “Acaba çırak neden mutsuzlaşmıştı, biliyor musun?”

“Bildiğimden emin değilim,” dedi önce ama sonra hafızasını şöyle bir yoklayınca bir şeyler hatırlar gibi oldu: “Evet… Galiba hatırlıyorum. Bir gün dükkânda yalnızken uzun uzun konuşmuştu biz eşyalarla. Evet evet, hatta gelip yanıma, insanların onu anlamadığından, yalnız olduğundan falan bahsetmişti. Ama asıl derdi, zannediyorum biz eşyaların anlamayacağı, insanlara has bir şeydi. Neydi adı… Hah, evet, ‘aşk’ demişti. Âşık oldum, aşığım, gibi bir şeyler söyleyip içli içli ağlamıştı. Ama dediğim gibi, yıllar önceydi, tam olarak hatırlayamıyor olabilirim.”

“Aşk…” diye tekrarladı ayna. İçini, tuhaf bir kıpırtıyla tanıştırmıştı bu kelime. Acaba gencecik bir insanı bu kadar mutsuz edebildiğine göre nasıl da kötü ve karanlık bir şeydi? Gevşek bir esnemenin ardından, “Takmayın kafanıza, insanlar karmaşıktır, anlayamazsınız. Mesela ben, hiç uğraşmam onların dünyasıyla,” diye bir ses doldurdu odayı. Bu, perdeden başkası değildi.

“Sen zaten her şeye üşenirsin, uyuşuk şey, n’olacak!” diye söylendi köşe lambası. Yine sinirlenmişti.

Perde, odanın en tembel eşyasıydı. Çoğu zaman uyur, uyumadığında da bol bol esnerdi. Köşe lambasının sözüne, kendini savunarak karşılık verdi: “Bu odanın en çok çalışan ve doğal olarak dinlenmeyi en çok hak eden eşyasıyım ben.”

“Evet,” dedi sehpa kıkırdayarak, “Ara sıra pencere açılınca esinti rahatsız edip kıpırdatıyor seni, değil mi? Ah canım, kıyamam sana…”

Ayna ve köşe lambası hariç, tüm eşyalar, kahkaha atmamak için kendilerini zor tutuyorlardı. Hemen kitaplık girdi araya: “Demeyin öyle, hanginiz gece gündüz asılı durabilir tavana?”

“Hiç…” diye karşılık verdi perde, gururla.

“Ayaklar altında ezilmekten iyidir,” dedi halı somurtarak, “Bence benim işim en sıkıcısı…”

Odadakiler, böyle konuşadursunlar, ayna, hâlâ şu gizemli kelimeyle meşguldü. Birkaç gün daha devam etti düşüncelere dalıp dalıp gitmesi. Sanki önemli bir şey vardı bu kelimede. Bir his, bir sır…

Günler günleri kovaladı ve nihayet o gün gelip çattı. O gün ne mi oldu? Eve, daha önce hiç görmediği biri geldi. Bu, bir kız çocuğuydu. Odaya girer girmez, “Aaa!” diye haykırdı, “Ne de güzel bir ayna…”

Ayna, şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmıştı. Çocuk, hemen yanına gelmiş, dokunmaya, çerçevesini okşamaya başlamıştı. Ama tuhaf bir şey vardı bu çocukta. Asla aynanın karşısına geçmiyor, kendine bakmıyordu.

Ayna, ilk kez böyle bir insanla karşılaşmıştı. Sanki bu çocuğu, aynadaki kendi yansıması değil de aynanın kendisi etkiliyordu. Bir gün geç bir vakitte evin annesi, bu küçük kızla girdi odaya. Kız, ağlıyordu. Evin hanımı ise üzgündü ve onu teselli etmeye çalışan bir hali vardı. “Kimse sevmiyor işte beni, hiç kimse sevmiyor” diyerek ağlıyordu çocuk. Anne sordu: “Olur mu hiç öyle şey? Ben seni çok seviyorum. Amcan da kuzenlerin de… Neden böyle düşünüyorsun ki?”

“Çünkü…” dedi kız, “Çirkinim… Yüzümdeki sivilcelerden nefret ediyorum. Küçücük gözlerimden, yuvarlak suratımdan, gözlüklerimden ve şişmanlığımdan…”

Anne, uzun uzun konuştu kızla o gece. Ve sonra çıktı odadan. Yalnız kalınca çocuk, hemen aynaya takıldı gözleri. Ayna, “Hadi,” dedi, “Bak bana küçük kız, hadi.” Tüm eşyalar, kızı cesaretlendirmek için seferber olmuşlardı. Ancak kıza, hiçbiri sesini duyuramazdı. Çünkü hiçbiri insanca bilmiyordu. Kızsa eşyaca…

Ayağa kalktı kız. “Evet, işte bu!” diye haykırdı ayna. Yavaşça yaklaşmaya başladı. “Güzel gidiyorsun küçüğüm, aferin,” dedi köşe lambası. “Ne oluyor, bir şey mi kaçırdım?” diyerek esnedi perde. “Şişişt!” dedi kitaplık perdeye. Sonunda kız, gözleri kapalı bir şekilde aynanın karşısındaydı. “Aç hadi, aç gözlerini!” diye bağırıyordu ayna, “Neden açmıyorsun ki?” Sonra, “Neyi bekliyor?” diye sordu sehpa sabırsızlanarak. “Yerimde duramıyorum heyecandan” dedi halı. Koltuk, ters ters baktı halıya ve “Saçmalama!” diye mırıldandı. “Lafın gelişi yani…” diye açıklama yapacakken tam, kızın birden bire aynanın karşısından yana doğru çekilip başını önüne eğmesiyle sus pus oldu hepsi. Ve çocuk; minik, dolgun parmaklarıyla aynayı severek şunları söyledi: “Sana korkusuzca ne zaman bakabileceğim güzel ayna? Bunun için daha ne kadar beklemem gerek? Güzel ayna… Güzel… Ne güzel bir kelime, değil mi? Keşke senin kadar güzel olabilseydim.”

Bu sözlerle sarsıldı ayna. Hayatında ilk defa biri, ona karşılıksız bir şekilde sevgisini söylemişti. O günden sonra ayna, kıza beslediği çok tuhaf duygularla tanıştı. Hep ama hep görmek istiyordu onu. O küçük gözleriyle karşısında durması, tatlı yuvarlak suratıyla gülümsemesi için neler vermezdi…

Artık daha fazla tahammülü kalmadı aynanın. Derdinin çaresini bulmalıydı. Ve bir gün aklına, yaşı ve tecrübesi sebebiyle köşe lambasına danışmak geldi. Köşe lambası, biraz düşündükten sonra cevap verdi: “Her şey tecrübe değildir güzel ayna. Bilgi, tecrübeden önce gelir. Yıllar, bilgi ve deneyim getirir ancak bunlarla beraber unutkanlık ve yorgunluk da verir. İyisi mi sen, bilge kitaplığa sor bu karmaşık ve güçlü duygularının üstesinden nasıl geleceğini.”

Ayna, yardım umarak döndü kitaplığa ve baktı yalvaran gözlerle. Kitaplık, “Dur bakalım,” dedi, “Şöyle bir yoklayalım, neler varmış…”

Tam o sırada, aklına geldi aynanın ve “Aşk,” diye haykırdı, “Söyleyebilir misin, aşk ne demek?”

“Hım… Aslına bakılırsa bu konuda kitaplarımın kafası biraz karışık. Mesela; aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, diyor alt rafımdan bir sözlük. Tasavvuf kitaplarım ise özet olarak şöyle tarif ediyorlar: Hak yoluna giren kimseyi Allah’a eriştiren en kısa yol. Bilim kitaplarımda ise mesele, anlaşılamayacak kadar karmaşık. Onlar, bir sürü yabancı kelimelerle bir takım hormonların artması ve azalması üzerinden tarif ediyorlar aşkı. Bu konuda en çok şey söyleyenler, şiir kitaplarım. Onların da yaptığı, büyülü sözlerle işi dallandırıp budaklandırmaktan başka bir şey değil bana soracak olursan. Felsefe kitaplarım dersen, onlar biraz şüpheci ve çokça akılcı. Ama konunun akla değen yeri ne kadar, ondan emin değilim. Fakat bence senin durumunla örtüşen en iyi tanımın şu olduğunu düşünüyorum: Aşk, karşılık beklemeden duyulan sevgidir.”

Kendini daha fazla tutamadı ayna: “Yani?”

“Yani, birinin, seni sırf sen olduğun için çok ama çok sevmesidir. Yahut senin, birini, sadece o olduğu için çokça sevmen…”

“Bu da ne?” diye sordu koltuk, “Bilmece mi? Hiçbir şey anlamadım.”

Diğer eşyalara göre anlayışı biraz kıt olan koltuğa şimdi zaten zor olan bu meseleyi anlatmaya kimse gönüllü değildi. Ayna, “Anladım…” diye fısıldadı neden sonra, “Galiba ben, bu kıza âşık oldum.”

Yıllar yılları kovaladı. Ayna, o günden sonra bir daha hiç göremedi küçük kızı. Özlem, sevgi, hüzün; sorular ve hayallerle böylece geçmişti zaman. Uzun bir sürenin ardından, bir gün hiç beklenmedik bir şey oldu. Yıllar önceki gibi aniden açıldı kapı ve tanınması güç biri girdi aceleyle odaya. Acil bir işi var gibiydi. Odaya girer girmez aynanın karşısına geçti ilk iş. Saçlarını düzeltti, rujunu sürdü, kıyafetine çeki düzen verdi ve sonra da geldiği gibi çıkıp gitti.

“Aaa,” dedi perde, “Ne kadar da güzelleşmiş.” Sehpa, “Vay be!” dedi, “Sanki peri…” Halı, “Hayatımda hiç böylesi güzel bir insan görmemiştim” diye mırıldandı hayranlıkla. Köşe lambası, sadece “Ah şu aptal eşyalar…” demekle yetindi. “Şişşt,” dedi kitaplık, “Sussanıza!”

Ertesi gün, evin hanımı, odaya girer girmez bir çığlık koparttı. Sonra söylene söylene çıktı ve biraz sonra bir süpürge ve faraşla geri geldi. “Ne oldu?” diye sordu evin babası, “Nasıl olmuş ki bu?” Anne şaşkındı: “Anlamadım ki… Herhalde çivisi çıkmış. Tüh, ne de güzel aynaydı. Kırıkları da her yere dağılmış…”

Gece, hiçbir eşyanın ağzını bıçak açmıyordu. Bir tek kitaplık, bir kelimeyi tekrarlıyordu durmadan ve sayıklarcasına bir şeyler mırıldanıyordu: “Aşk… Aşk… Ne gizemli ve güzel… Ne acı ve zor… Ne kadar karanlık ve ne kadar parlak…”

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Cüneyt Dal , 11/10/2019

    Çok teşekkür ederim bu güzel yorum için…

  • A.B. , 09/05/2019

    Okurken Oscar Wilde – muhteşem havai fişek hikayesi aklıma geldi. Bu hikayeyi okurken bir adım ötesini beklemeye başladım. Malûm Batı’nın materyalist düşüncesi ile sistemi eleştirisi ne kadar kaliteli yapılsa da manevi boyutta olan kisirliktan eksik kalıyor.
    Tam bu düşünceleri aklımdan geçirdiğim anda ‘aşk’ kavramı beni beklentimin oluşturduğu noktaya çekiyor.
    Sonunda ayna kırılıyor ve parçaları içimi kanatiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir