Ölüm Var!

“Ölüm vaaaaaaaarr! Ölüm var ölüüüüüümm!”

Bu nida en son üç gün önce yankılanmıştı kasabanın sokaklarında. Meczup Halil, her gün sabah namazı vakti mezarlık tepesinden başlayarak yalın ayak, bağrı açık kasabanın yokuşlarından aşağı doğru koşar,  güneş doğmadan önce kasaba ahalisinin kulaklarını çınlatırdı: “Ölüm vaaaaaaaarr! Ölüm var ölüüüüüümm!”

İlk zamanlar, “Ne oluyor ya hu?” deyip sokağa çıkanlar olduğunu gibi, korkudan titreyen genç kızlar, yorganını başına çeken çocuklar, hatta sese uyanıp ağlayan tâze bebeler olmuştu. Sonraları ahali bu duruma alıştı. Bir sıçrayışta yatağından fırlayan nice kişiler, “Ulan deli Halil!” deyip devamını getirmeden tekrar tatlı uykularına dönmeye çalışıyor; “Şu deli kadar olamadık!” diye üzülüyorlardı. Bir de sabah namazını camide cemaatle kılanlar vardı. Kaç kere ağır uykularından Meczup Halil’in haykırışıyla uyandılar da cemaate yetiştiler. İmamla beraber selam verdikten sonra dönüp baktıklarında Meczup Halil’in en arkada tek başına saf tuttuğunu görürlerdi. Bazen yanında Cemil de olurdu. Hoş Cemil aklı başında çocuktu. Ama Halil’e karşı başka bir muhabbeti vardı. Çünkü ona ne yapmışsa Halil yapmıştı. Anası babası o kadar dil dökmüş, masraf etmiş hocalara götürmüş, olmamış hastanelerde koşturmuş fakat bir türlü Cemil’i alkol belasından çekip alamamışlardı. Mahallenin, bu temiz, efendi, kimseye zararı olmayan güzel delikanlısı, nasıl olmuşsa kötü bir yola düşmüştü. Cemil, gündüz vakti utancından evden çıkamıyor, mecbur kalıp adımını dışarı atsa; daha herhangi bir insanla karşılaşmadan yüzü kıpkırmızı oluyor, annesini kaybetmiş küçük bir çocuk gibi gözlerinden patır patır yaşlar dökülüyordu. Ama aynı Cemil, sabaha doğru (Nerden geldiği bilinmez!) zil zurna evin kapısına gelir, elinde tespihle sabaha kadar uyumadan kendisini bekleyen gözü yaşlı anasının önceden kapıyı açmasına rağmen, açık kapıdan içeri girmez de dakikalarca kapıda oyalanır, bir sürü sarhoş zırvasıyla hem anasını yerin dibine sokar hem de konu komşuyu uyandırırdı. Anası bir yandan; “Oğlum, Cemil’im, güzel oğlum, gel artık!” der, bir yandan da elinden tutarak içeri çeker, odasına götürür, elbiselerini çıkarır, yatağına yatırırdı. O sırada babası, üzüntüden, yaşadığı kalp ağrılarıyla yatağında kıvranır dururdu. Cemil öğleden sonra uykusundan uyanır, zonklayan başını bir süre ellerinin arasına alır, iyi kötü olanı biteni tahmin ederdi. O zaman, üzgün bir şekilde odasına giren anasına, utancından başını kaldırıp bakamaz, sesi titrer, diyecek söz bulamaz, hele babasından köşe bucak kaçardı. Ama akşam olunca, sanki meçhul bir yerden çağrılıyormuş gibi, sanki bir yere söz vermiş de bir anda hatırlamış gibi, sağa sola bakınıp durur, o ana kadar kendi kendine verdiği bütün nasihatleri unutup gitmek için bir bahane arardı. Biraz sonra bir kedi gibi sessizce kapıdan süzülür, evlerinin olduğu yokuştan yukarı, karanlığa karışıp giderdi. Bir sabah, Cemil eve gelmedi. Meczup Halil nara ata ata yokuş aşağı geçip gitti. Babası Meczup Halil’in peşinden sabah namazı için başı önünde camiye yollandı. Artık çok az konuşuyor, zamanının çoğunu oğlu için dua etmekle geçiriyordu. Anası da, vakit epey geçti, her halde sızdı kaldı, diye düşündü. Yine de bekledi. Gündüz vakti de gelmeyince utancından gelmediğini düşündü, ertesi gece yine gözü sokakta kulağı kapıda bekliyordu. Babası bu sefer erkenden kalkıp camiye gitmişti. Fakat ana yüreği dayanamadı, sokağa çıktı, nereye gideceğini bilmeden yürüyordu. Şaşkın şaşkın dolaşırken Meczup Halil’i gördü. Eline yapıştı; “Kuzum Halil! Cemil’im yok! Sen gördün mü? Nereye gider? Nerede kalır?” Halil; “Sen merak etme ana, ben bulurum, ben bulurum, ben bulurum… “ diye diye uzaklaştı. Çok geçmedi, Meczup Halil; “Ölüm vaaaaaaaarr! Ölüm var ölüüüüüümm!” diye bağırarak, bayır aşağı,  geçip gitti. Az sonrada karanlığın içinden Cemil’in geldiği göründü. Cemil sokağın ortasında duran anasına koşup sarıldı. Ana oğul ağlaşa ağlaşa evlerine gittiler. Cemil banyoya girdi. Abdest aldı. Sabah namazına camiye yetişmek için kapıdan çıkarken yine ana oğul gözyaşları içinde dakikalarca bir birilerinin elini, yüzünü, gözünü öptüler. Anası sevinç gözyaşlarını silerken, Cemil caminin yolunu tutmuştu. Camide bulunan cemaat hem şaşkın hem de sevinçliydi. Hele Cemil’in babası neredeyse namaz başlamadan önce gidip oğlunun boynuna sarılacak, doya doya ağlayacaktı. Ağladı da. Gayrı artık ölse gözü açık gitmezdi. O gün, Cemil öğle namazını da ikindiyi de camide kıldı. Akşam namazından sonra yatsıyı bekledi. Yatsıdan sonra kasabalının korktuğu gibi olmamış; Cemil babasıyla beraber eve gitmişti. Birkaç hafta kasabanın bütün gündemi Cemil oldu. Kimi mezarlıkta Hızır’la karşılaştığını, kimi tuzağa düşürülüp öldürülmek üzereyken Meczup Halil tarafından kurtarıldığını kimileri de buna benzer bir çok şeyler anlatıyorlardı. Aşikâr olan bir şey vardı ki Halil’le Cemil arasında büyük bir dostluk başlamıştı. Neredeyse günün çoğunu beraber geçiriyorlardı.

Cemil, babası vefat ettikten sonra da Meczup Halil’le arkadaşlığa devam etti. Bazen eve götürüp sofraya oturtur bazen de evden getirdiği yemekleri mezarlık tepesinde beraber yerlerdi. Bazı geceler Cemil eve gitmez, arkadaşıyla beraber sokaklarda dolaşır, çöplerin içinden yemek artıklarını çıkarıp sokakta aç aç dolaşan köpeklere verirler veya gelip geçenleri rahatsız edecek şeyleri yollardan kaldırırlardı. Annesi de vefat edince Cemil eve büsbütün uğramaz oldu. Bazen Meczup Halil’le, bazen yalnız başına dolaşır durur ama vakit namazlarında mutlaka camide olurdu. Buna rağmen, saçının sakalının birbirine karışmış olması, kılık kıyafetinin hırpaniliği ve başıboşluğu insanların dedikodusunu sebep oluyordu.

İşte üç gündür ortalarda gözükmeyen Meczup Halil’i en çok merak eden köşe bucak arayan, gözüne bir damla uyku girmeyen Cemil idi. Üçüncü günün gecesi kasabanın biraz uzağında artık bulmaktan umudunu kestiği bir anda, dere kenarında Meczup Halil’in cansız bedenini buldu. Üzerine kapanıp ağladı. Sonra kalkıp kasabaya doğru seğirtti. Az sonra yanında beş altı kişiyle geri döndü. Bunların kimisi yarı deli, kimisi zır deli, biri bir gözü kör, diğeri de bir ayağı topal kasabanın iki dilencisiydi. Cemil Halil’le dolaştığı gecelerde çoğuyla tanışmıştı. Hepsi de Meczub Halil’i bir başka severdi. Yanlarında getirdikleri kefenle mevtayı iyi kötü kefenlediler. Cenazeyi yüklenip yola çıktılar. Mezarlık tepesine, arka taraftan evlerin olmadığı yamaçtan tırmanmaya başladılar. Nihayet mezarlığa çıktılar. Hemen Meczub’un cansız bedenini yere bırakıp, kimi  bir dal parçasıyla, kimi elleriyle, kimi kırık bir kürekle toprağı kazmaya başladılar. Mezarlığa kadar peşlerinden gelen uyuz köpek de gâh aralarından geçip duruyor gâh mezarın etrafında dolaşıyor, gâh  mezar kazanların dibine kadar sokulup izliyordu. Epeyce uğraştıktan sonra kazma işi bitti. Cemil’in yardımıyla cenazenin önünde yarım yamalak  bir namaz safı oldular. Cemil gözyaşları içinde namazı bitirdikten sonra kazdıkları çukura indi. Hep beraber nâşı mezara indirdiler. Cemil, dışarı çıkıp ilk toprağı “Bismillah” deyip attı. 

Kör, topal, deli; hep beraber mezarı kapattılar. Hepsi kan ter içinde kaldı. Uyuz köpek hala etraflarında koşturup duruyor ara sıra hırlıyordu. Kalabalıkta yanlışlıkla kuyruğuna basılınca, köpek o can acısıyla gidip topal dilencinin ayağını ısırdı. Topalın bağırmasıyla, hemen başına üşüştüler. O sıra kör dilenci- Meczup Halil’in cebinden çıkan kuru ekmeği sessizce alıp cebine atan- topalın cebindeki bir parça kuru ekmeği aldı. Meczuplardan biri de bir anda geldikleri yöne doğru koşmaya başladı. Ceplerini yoklayan topal, ekmeği meczubun aldığını zannederek, kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle depara kalktı. Kör dilenci elinde ekmekle başka tarafa koşarken meczuplardan birkaçı da arkasından gitti. Başka bir meczup da kargaşada paçasını yırtan uyuz köpeğin peşinden koşarak karanlıkta kayboldu. Bir anda herkes çil yavrusu gibi dağılmıştı. Cemil, olan bitenden habersiz mezarın üzerine kapanmış ağlıyordu. Başını kaldırdığında ortalarda kimsecikler yoktu. Göğe baktı, sabah namazı vakti yaklaşıyordu. Ayağa kalkıp gözlerini sildi, bağrını açtı, ayağından, içi su dolu, yırtık potinlerini çıkardı. Mezarlık tepesinden aşağı doğru seğirtti.

Biraz sonra kasabanın dar sokaklarından yokuş aşağı koşan Meczup Cemil, bağıra bağıra kasabayı inletiyordu:

“Ölüm vaaaaaaar! Ölüm var ölüüüüüüüüm!”

Tahir Tarık Balıkçı

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Serhad , 21/05/2022

    Ölüm bir hakikâttir. Hakikat ise meczuba ayandır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir