Resmî Evrak

Odam öyle kalabalıktı ki toplamaya nerden başlasam dağılma oradan yayılacaktı diğer yerlere. Gölgeli umutlar, pembe yalanlar, beyaz düşler, tozpembe hayaller; rengârenkti ortalık… Hepsi de iç içe ve az kullanılmışları toz içinde. Kuruntularım ütüsüz, karamsarlıklarım ter kokulu, korkularım lekeliydi. Kaygılarıma boyum yetişmediğinden bir merdiven yardımıyla uzanabiliyordum ancak. Tüm gün evde olduğum o gün, devasa bir can sıkıntısıydı oturduğum yerde beni huzursuz eden. Annem geldi aklıma. Temizlik operasyonlarından birinde, canı burnunda odadan odaya koştururken ben de tembelliğin manifestosunu şahlandırırcasına kendini Elfgillerden sanan Hobbitvârî şiirlerimi okuyordum gerine gerine. Daha fazla dayanamadı kadıncağız: “Anladık, senden hayır yok bugün; bari şu şiirlerini ver de onlardan toz bezi yapayım. Bari onlar bir işe yarasın!” diyerek söylendi. Benim için öyle obez sözlerdi ki bunlar, buluttan nem kapan, umuttan dem alan gönlümün kasları şişmiş, kaldıramamıştı bu sözleri. Ah o gün gelseydi de Neo Atâletizm’in temellerini Post Serserist teorilerle atan oğlunu görüp duygulansaydı.

Ani bir kararla temizlik yapmak için hızla yerimden fırladım. Ancak ne var ki bu aceleciliğim, kaval kemiğimi, mutluluğun sivri köşesine çarpmama yol açtı. Köprücük kemiğimdeki trafiğin sıkışıklığından olsa gerek bu acı, beynimde biraz geç yankı buldu. Bir yandan da bileklerimden tutunmuş asılan kararlarım, ayak direterek beni yavaşlatmaya azmetmiş gibiydiler. O an her şey boy aynasındaki ben kadar gerçekti. Bendeki boy aynası kadar da karıncalı…

“Tak, tak tak!” Kapı çaldı. Silkinip tüm verdiğim sözlerin sorumluluğundan, bağırdım etrafa: “Saklanın çabuk!” Gelen, büyük ihtimal bir insanoğluydu ve içimin dışa dökülmüşlüğünü -ki buna ev hali deniyordu zamane dilinde- görmemeliydi. Olur da bir dedikoduya kurban gidersem bu mahallede, kirası böylesine ucuz bir ev bulmak mümkün olamayabilirdi. Açtım kapıyı: “Buyurun…” “Off… Amma yoruldum yahu! Her yerde elektrik var bir sizin apartmanda yok! Merdivenle dokuzuncu kata çıkmayalı hayli zaman olmuş.” Çıkaramamıştım bu yabancıyı. Durup dururken bana elektrik kesintisini haber veren yorulmuş bir tipti karşımdaki. Kavramsal olarak yorgunluğa; hele hele vücut bulmuş hali olan yorgun birine hiç tahammülüm yoktu. Acaba belediyenin ya da apartman yönetiminin yeni uygulaması mıydı bu? “Elektrik kesintisini şifahen bildirme hizmeti!” Ciddi bir tavır takındım: “Ne istiyorsunuz, kimsiniz?” O da bana öykünmüş gibi dikleştirdi omuzlarını ve tuhaf bir gırtlak sesinin hemen ardından “Şey, posta… Postanız var!” dedi. “Ha, tamam” dedim elimi uzatarak. Ama adam, “Nazif Sözbilir?” deyip suratıma bakmayı sürdürdü. Ben de “Postacı?” dedim onu taklit ederek. Bir süre bakıştık ve sessizliği, adamın “Kimliğinizi görebilir miyim?” sorusu katlediverdi. Ben de “Neden?” diye çıkıştım sessizlik katili bu yorgun münasebetsize. Adam, yine bir müddet konuşmayarak sessizliğin yer etmesini beklercesine baktı yüzüme. Bu ikinci oluyordu. Önce beni sükûnete alıştırıyor; sonra da pat diye bir laf atıyordu ortaya. “Nazif Sözbilir misiniz?” “Evet” “İyi ya, kimliğinizi de görsem? Çünkü resmi evrak bu. Kimliksiz teslim edemem.” İncindim. Benim ben olduğumu ispata benim sözüm kifayet etmiyordu da bir kâğıt parçasının şahitliği gerekiyordu. Yine tam alışmıştım ki bu aradaki sessizliğe; “Beyefendi, işim gücüm var, hadi!” diye bir terslemeyle kendime geldim. Bu adam, acımasız bir seri katildi. Kaç sükûnetin kanı bulaşmıştı şu kısacık zamanda dudaklarına. Hiçbir şey demeden içeri geçtim. Cüzdanımdan çıkardığım kafa kâğıdının benden daha güvenilirliğindeki tersliği kafama takmamaya çalışarak eşikteki omurgalının gözüne soktum istediği şeyi. Ufaktan bir “hasbinallaaah…” kurtuldu ağzından. Aldı, baktı, kalemi uzatıp “Şurayı imzala” dedi. Ancak “şuraya” ifadesini, olması gerektiği gibi herhangi bir el işaretinin eşliğinde söylememişti. Zaten oldum olası her türlü resmî işlemden, görevlilerin bu huyu sebebiyle çekinirim. “Nereyi?” diye sordum. “İmza yazan yeri” “Yazılar çok küçük ve gözlüğüm yok ve apartmanda ışık yok ve…” diye devam edecektim ki birden aydınlanıverdi ortalık. “Hah, hele şükür, geldi elektrikler” dedi sevinerek. Üstüne üstlük devam etti: “Bari inerken asansörle ineyim…” Hiç duymamış gibi yaptım. Ne ben ondan hoşlanmıştım ne de o beni sevmişti. Hoş, ne benim ondan hoşlanmamı gerektiren bir durum vardı ortada ne de onun beni sevmesini icap ettiren sebep. İmzayı atacaktım ve bitecekti bu iş. Ama olmadı. İki hamlemde de başarısız olmuştum. Kalem, yazmıyordu. Kalemi uzatıp “Yazmıyor” dedim. Gözlerinin gördüğü yazamadığım gerçeğine rağmen kendi tanıklığımı ilave etmiştim. Böylece benim ben olduğum hakikatinde bana güvenmeyerek bir kâğıdın şahitliğine sığınmasının intikamını sıcağı sıcağına almıştım. “E” dedi, “Evde yok mu?” “Yok” dedim. “N’olacak şimdi?” dedi bu sefer. Tam cevap verecektim ki yan komşunun kapısı tıkırdadı. Seslere şahsen aşinaydım ancak postacının yüzündeki şaşkınlık ifadesini görmek hoşuma gitmişti. Önce kapının ardından anahtar çevrildi yuvasında üç kez. Sonra tahminen birincisi yukardan, ikincisi ortadan, üçüncüsün de alttan olmak üzere sürgüler açıldı. Ardından kapı kelepçeleri ve en son da bir bekleyiş… Biliyordum bu duraksamanın sebebini, şu an delikten dışarıyı kontrol ediyordu. Ve yavaşça araladı kapıyı. “Nafiz?” –nedense ne zaman karşılaşsak bana Nazif yerine Nafiz derdi- “Buyrun Cavit Bey” “Ne o kuzum, n’oluyor allasen, ne bu ses?” “Bir şey yok efendim, posta gelmiş de, imzalamam gerekiyormuş. Ama kalem yok.” Postacı bir ona bir bana bakıyordu. Bu emekli öğretim üyesi, aralık kapının ardından konuşmaya devam ediyor, bu durum da postacının meraklı bakışlarında yankı buluyordu. “Sizde kalem var mı amca ya, valla geç kaldım, bir sürü yere uğramam lazım daha” Postacının sabrı tükenmeye yüz tutmuştu anlaşılan. “Tabiî evladım, kalemsiz ev mi olurmuş hiç!” “Demi ya” deyip bana baktı postacı ve içi soğumuş bir şekilde ellerini önünde birleştirip beklemeye koyulmuştu ki uzanan kalemi alıp bana verdi. Sonunda imzaladım şu resmî evrakı. “Eee, ne demişler Nafiz beyevladım, komşu komşunun külüne dahi… Tüh, kahve taşıyor zannımca. Hadi görüşürüz” Kapanan kapının ardından kilit üstüne kilit vurulmuştu yine. Postacı, taşan merakıyla bana doğru eğilip “Biraz evhamlı herhalde, ha?” diye fısıldadı. “O olmasın da ben mi olayım” dedim. “Bu yaşında dünyada kimi kimsesi kalmamış. Mühim bir mühendislik projesinde çalışmış akademisyen olarak ve birlikte çalıştığı tüm akademisyenler ya intihar etmiş ya bir kazaya kurban gitmiş. Bu da tüm bu hadiseleri, suikast olarak yorumlamış ve günlerini böylece temkinli bir şekilde geçiriyor işte. Hikâyesi bu bildiğim kadarıyla.” “Vay anasını be… Yaparlar yaparlar… Gerçi yaşı da gelmiş bilmem kaça; ne bu korku? Ama can işte demek ki… Tatlı sonuçta!” Yahu ne yapıyorduk biz? Bacaklarımın karıncalanmasından anlamıştım uzun zamandır ayakta dikildiğimi. “Neyse, hadi, kolay gelsin” diyerek hamle yaptım kapıyı kapatmaya. O da sanki daha deminki dedikodu arkadaşım o değilmiş gibi memur yüzü bağlayıp bir baş hareketiyle asansöre yöneldi.

Evdeki sakinliğin hükümranlığı, oy verdiği partinin hükümet kurduğu sevincini içinde taşıyan bir seçmen gibi mutlu kılmıştı beni. Kaynattığım su, salladığım çay, yaktığım sigara ve yaslandığım koltuk, her şeyin olduğu gibi durduğu güvencesini aşılarken duyularıma, şu beni ne zamandır ayakta diken resmî evrakı aldım elime. “Vay, boru mu arkadaş, resmî evrak bu! O kadar resmî ki tesliminde adamın kendi sözüne bile güvenmiyorlar da kimlikli ispat istiyorlar, sen sen misin, diye. Gerçi vardır devletin bir bildiği, ben de aynını yapsam fena olmaz arada.” Diye düşünüyordum ki bu “aynını yapsam” kısmında dâhiyane bir fikir geldi aklıma. O meşhur felsefî sorunun (hem soru hem sorun) cevabını resmî makamlarımız teamüllerle bulmuşlardı işte. “Ben kimim?” Bu soru ne zaman düşse zihnime, bundan gayri kimliğimi çıkarıp sokacaktım gözüme. Derken o yıkıcı, yakıcı, kasıp kavurucu yazıyı gördüm: “Ödeme Emri!” Kullanılan kibar ve ağdalı bir üslupla kaleme alınan yazının en can alıcı kısmıysa şöyleydi: “Bu ödeme emrinin tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde borcunuzu yukarıda adı geçen Vergi Dairesine/Malmüdürlüğüne ödemeniz veya borcunuzu karşılayacak değerde mal bildiriminde bulunmanız, haczi kabil malınız yoksa…” Gerisini okumaya takatim kalmamıştı artık. Bir müddet kalakaldım öylece. Elimdeki sigaranın parmağıma dayanan ateşiyle irkildim. O tuhaf postacıdan da ancak böyle bir haber gelirdi zaten. Bilseydim bunun ödeme emri olduğunu açar mıydım kapımı ya da atar mıydım o kabul imzasını? O değil de; gel de şimdi kalem vermek suretiyle iyilik yaptığını sanan Cavit Bey’e sitem etme!

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • mülayim candanöte , 13/02/2018

    2015 kuşağının diğer tüm yazarları gibi Cüneyt Dal da yazmaya başladığı ilk dönemlerden itibaren kendi sesini bulmaya, yazdıklarını bir üsluba oturtmaya çalıştı.

    İlk öykülerinde bu durumun yansımasını açıkça görebiliriz. Bu kendine has üslup özellikle “Geniş Zamanın Hikâyesi” isimli öyküsünden itibaren hissedilir.

    Cüneyt Dal, öykülerinde, toplum tarafından dışlanmış, anlaşılamamış ya da kendilerine deli gözüyle bakılan kişilerin hikâyelerini bir bakıma fantastik bir biçimde ele alır. “Kafkaesk” üslup denen yöntem Dal öykücülüğüyle biçem değiştirmiş ve “Dalesk” bir bakış açısına yönelimlenmiştir.

    Alabildiğine şiirsel diliyle yoğun bir anlatıma sahip olan Cüneyt Dal öykücülüğü, sadece kendi sesini yeniden kurmayı değil aynı zamanda çağlar aşarak lirik söylenceleri ontolojik kaygılarla pastoral bir havada söylemenin de ismi olmuştur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir