Saç

Saçlarını tarıyor, aşklarını düşünüyordu. Aynadaki gözlerinde sonsuzluğu aradı. Bunun sadece bir yanılsama olduğunu fark etmesi uzun sürmedi. Kısa sürmüştü. Çok kısa. Hemencecik fark edivermişti. Ama ne talihsizlik! Bu mini minnacık zaman bile tarağın dişlerinin kırılmasına yetmişti. Tarağın dişlerine baktı. Masanın üzerine dağılmışlardı. Kafaları kopuktu. Acımaya başladı. İçlendi, içlendi… Tam ağlayacaktı ki aynadaki saçlarının arzusu gözlerini yakaladı. Artık tek bir şey düşünebiliyordu. Taranmak! Etrafta tarak olabilecek bir şeyler aradı. Aklına çatal geldi. Mutfağa koştu. Çekmeceyi açtı. Kendine çatal beğendi. Keyfi yerine gelmişti. Çatalı avcuna aldı. Zil çaldı.

Gelen postacıydı. Getirdiği zarfa benzer kartonları suratına fırlatıp gitti. Kapıyı da çarpmıştı üstelik. Kız ağzını açıp tek kelime edemedi. Utanıyordu. Eğildi ve kartonları topladı. Aman Allah’ım! Davetiyelerdi bunlar. Süratle gelin-damat isimlerini okudu. “Hülya ile Zafer”, “Hülya ile Savaş”, Hülya ile Barış”. Eski aşkları… Hiçbiriyle evlenmiyordu. Neden adına düzenlenmişti ki bu davetiyeler. Düğün tarihlerine, saatlerine, yerlerine baktı. Üçü de aynı gün, aynı saatte, aynı yerdeydi. Kartonları hışımla kavradı. Yırtmaya çalıştı, yırtılmadılar. Mutfaktaki ocağa koştu. Yakmaya çalıştı, yanmadılar. Çaresizliğini pencere önündeki saksı bozdu. Tabiî ya! Gömmeliydi. Davetiyelerden kurtulmanın en iyi yolu gömmekti.

Hiç vakit kaybetmeden arka bahçeden ormana daldı. Kabir seçti. Kazmaya başladı. Elinde kalan çatalla toprağı oyuyor, avcuyla birikintileri kenara koyuyordu. Saatler sonra ilmek ilmek kazdığı çukura davetiyeleri fırlatma imkânı bulabildi. Ömründen ömür gitmişti. Hemen toprakla çukuru doldurdu. Derin bir nefes aldı. Yürümeye başladı. Ne sakin adımlar atıyordu ama. Yıllar sonra. Hayat ne güzeldi. Derken saçı dala takıldı. Çözmeye çalıştı. Çözemedi. Var gücüyle saçını çekiyordu. Ne var ki eline can acısından başka bir şey geçmiyordu. Bayağı uğraştı. Biraz direndi. Pes etti. Uyumaya karar verdi. Gözlerini yumdu. Bir öpücük onu uyandırdı. Bu Zafer’di! Zafer saçlarını çözmek için çok çabaladı. Sonunda saçlarını çözmedikçe Hülya’ya sahip olamayacağını anladı ve vazgeçti. Arkasına bile bakmadan çekip gitti. O daha gözlerden kaybolmadan Savaş Hülya’nın yanı başında belirdi. Yerdeki çatalı kapar kapmaz soluğu dala dolanmış saçın yanında aldı. Çok savaştı. Sonunda önce çatal kırıldı. Sonra Savaş yıkıldı. Yere yığılmıştı. Ama yılmamıştı. Hayat devam ediyordu. Hülya olmasa da olurdu. Yoluna gitti. Hülya Barış’ı bekleyecekti. Son umudu oydu. Gözlerini kırpmadan etrafı izleyip durdu. O da ne! İleriden elinde baltayla bir adam yaklaşıyordu. Bu Barış olamazdı. Barış’ın elinde balta ne arasındı. Ama Barış olmalıydı. Başka kim olabilirdi ki? Postacı! Hülya şoka girdi. Davetiyeleri getiren adam, elinde baltayla karşısında duruyordu. Öylece donup kaldı. Postacı sol eliyle saçını sıkıca kavradı. Sağ eliyle baltayı havaya kaldırdı. Saçı kesti. Artık Hülya’nın saçlarının yarısı sol avcundaydı. Diğer yarısı da dalda kalmıştı. Hülya’yı saçından çekti, ayağa kaldırdı, sürükleyerek götürdü.

Mükerrem Mete

 

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • edalı , 12/02/2015

    Divan şiirinde saçın kesreti dolayısıyla dünyayı temsil ettiği düşünüldüğünde Hülyayı dünyadan koparan Postacı…Azrail (as) zannımca

  • neva , 11/02/2015

    Mükerrem Bey’in hikayelerini sürekli görmek istiyoruz.. Teşekkür ederiz…

  • @miyesek , 10/02/2015

    Barışın hülyanın son umudu olması ve barışın davetini getiren insanın hülyaya bir manada zarar vermesi de manidar acaba bu bizim bildiğimiz bir barış değilmi

  • yesilkalb , 10/02/2015

    doğrusu hikaye gündemime cuk diye oturdu.
    “Taranmak”

    ve saçlar insanın hem batını hem de zahirine ayna..

@miyesek için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir