Şehre Veda

Nasıl olmuştu da milyonları içinde barındıran bu koca kente dostum Salih sığmamıştı. Onunla bazen haftada bir, bazen de ayda bir görüşürdük ama aynı şehirde olduğumuzu bilmek bana yetiyordu. Hız çağında hayatı yavaşça seyrederdi. Zaaflarını aşikâr etmez, kendini ele vermezdi. Sürati hiç sevmez, süratle dünyadan uzaklaşırdı.

Otururken, kalkarken, evimin içinde volta atarken kendimle konuşmalarım bitmek bilmiyordu. Onun güzelliklerini yâd ederek gönlümü teskin etmenin derdine düşmüştüm. Kurulu bir saat gibi 6.30’da kapıdan çıktığım iş günlerini bitirip, pazar sabahı kendimi yalnızlık mezarına gömüp üzerime de tembellik toprağını çekerek öğlene kadar uyuyacaktım. Üç gün önce Salih’ten gelen mektup, ben ve planlarım karşısında kaderin tebessümüydü.

Şimdi bir sürüngen gibi evden çıkıyorum. Sokağımdaki yolu, yaşları dört ile sekiz arası çocuklar kaplamış. Neden bilmem, sayıyorum; beşi kız yedisi erkek. Yağmur yağıyor. Başlarını gökyüzüne kaldırıp çığlık atıyorlar. Bense onları seyrederken açacak güneşle buharlaşıp yokluğa karışmak istiyorum. İçimdeki çocuğun, çocukluğun depreşmesine müsaade etmeden, bulutların üzerinden caddeye iniyor, kalabalığa karışıyorum. Gözlerim baktığı herkesi düşman görmekte. Kimseler olmasa, saatlerce yürüsem ve dinginleşsem… Mektuptaki tüm satırlar kalbimde kanıyor. Aklımda tekrarlar ve tekrarlar…

“Aziz Dostum,

Güneş, her gün hüznümü pişiriyor, olgunlaştırıyor. Ben bir göğüm ve gece, yıldız gibi elimden kayıyor.  Zihnim, zararlı otları temizlenmemiş bir bahçe…  Hiçbir müspet fikir büyümüyor. Otuzlu yaşlardayım ve aşktan söz etmeye hiç mecâlim yok. Sağanak altında ıslanmayan gözlerim, şimdi buluttan nem kapmakta. Her geçen gün kendime olan öfkem artıyor. Ruhum, tırısa alışmış bir atın, rahvan gitmeye zorlanması gibi huysuz, huzursuz. Kınadığım insanlardan rol çalıyorum. Sürekli olarak eleştiriyor ve eleştirdikçe de eleştirdiğim insanlara dönüşüyorum. “Biliyorum” uykusundan uyanamıyorum. Oysa bildiklerim, yanıldıklarımın zekâtı bile sayılmaz. Kitaplığın raflarına tünüyorum. Nerede beni akıl karışıklığı ile yaşamaya mahkûm edecek bir kitap varsa, önüne diz çöküyorum. İlk okuduğum kitabı elime almak ve her şeye yeniden başlamak istiyorum. O zamanlar on yedi yaşındaydım ve okuduğum kitap da benim gibi ödünçtü. Kitabı iade edeli tam on üç yıl olmuş. Ben hâlâ buradayım. Sanırım.

Zaman çok ilerlemiş de ben geride kalmış gibiyim. Bu şehirle ters yönlere koşan iki adama benziyoruz. Aramızdaki mesafe bir makas gibi açılıyor ve ben buna engel olamıyorum. On yedi yıl önce, pür heyecan geldiğim bu kentin Firavunvari gökdelenlerini, bir köyün toplam nüfusunu barındıran fakat kimsenin kimseyi tanımadığı 2+1 gönüllü hücre olarak kullanılan toplu konutlarını, İsrafil’in Sur borusu gibi kornalarını çalan, cehennem zebanisi gibi homurdanan otomobillerini, her gün kıyametim olan ve mahşer yerini andıran trafiğini, helâlinden kazandığımız parayı bankadan çekmenin burukluğunu, köşeye sıkıştıkça iğnemizi batırıp kendimizi zehirlemelerimizi, içimdeki telaşı öldüren sevdiğim kadını, önünü alamadığımız bir hızla ilerleyen ve aklımızı elimizdeki telefona indirgeyen, tuşlardan ibaret bir dünya kuran teknolojisini bırakıp, yanıma hiçbir eşya ve kitap almadan gidiyorum. Vazgeçemediğimiz her şey prangadır, efendimizdir. Oysa bizim yalnız Allah’ımız var, oysa biz yalnız Allah’a…

İnsan; alışarak değil, terk ederek ayakta kalmayı bilmelidir. Ruhumun, bedenimin koşuşturmacasına yetişemediği şehirden bir kaçış değil bu, ricat. İnsanların birbirilerini dinlediği, zehrini aldığı, şifahî kültürle hikmetler devşirdiği bir şehir, kasaba ya da köy bulmak elbette mümkün. ‘Arayınız, bulacaksınız’ sözünü kendime rehber ederek, terminalden otobüse binip, tabiatı seyrederek kendi içimde seyrû sefere çıkacağım. Trenin de hızlandığı günden bu yana yolculuğun huzur veren o muhteşem âhengi de bozuldu. Hayata geriden başlayan bir adamı hızlı tren nereye yetiştirebilir ki?

Can Dostum,

Şimdi senden son isteğim; evime gitmen ve bana özel olan bazı eşyaları imha etmen, kitapları, dergileri bir kütüphaneye ve bu mektupla birlikte sana verilecek olan anahtarı ev sahibine teslim etmen olacak. Her dem yolumun üzerinde olmanın minnettarlığını ödeyemeyeceğimi ve yalnızlık canını acıtırsa, hâlâ aynı mavi göğün altında olduğumuzu unutma.

 Salih.”

Anahtarı çevirip kapıyı açıyorum. Eşyalardan soyutlanmış bir ev karşılıyor beni. Yöneldiğim ilk odada, en son ne zaman kullanıldığı, niye alındığı bilinmeyen dört koltuk. Bu sır hanesini daha önce kimseyle paylaşmamıştı. Mutfak işlevini görmez halde. Yalnızca buzdolabı mevcut, onun da içi tamtakır. Yatak odası, tüm bu terk edilmişlik hissini tamamlıyor. Balkonda ise isimlerinin “lili” ve “nûr” olduğunu sonradan günlüğünden öğreneceğim iki menekşe. Biri mor diğeri mavi çiçek açmış. Fesleğeni nefesimle selâmlıyorum.

Üçüncü odaya geçiyorum.  Yatmak için kullandığı bir kanepe.  Sağ ve sol duvarda iki kitaplık; birisi beyaz, diğeri kahverengi. Neredeyse bütün raflar hınca hınç kitapla dolu. İkinci elden aldığı her halinden belli olan bir çalışma masası ve iki ahşap sandalye. Üzeri dergilerle kaplı bir komodin var köşede. Çekmecede duran mektupları ve günlüğü ilişiyor gözüme; yirmi beş adet. On ikisini kendisi yazmış ve iade edilmiş. On üçü ise karşıdan gelmiş. Son mektubun cevabı da istenmemiş zaten. Her birini tarihine göre tasnif ediyor ve okumaya başlıyorum. İlk mektupta acemiliği öne çıkıyor Salih’in. Gönderdiği beşinci mektupta ise şu satırların altını çiziyorum: “Epey gecikmeli bir cevap oldu. Ertelemelerin elbette bahanesi olamaz. Ertelemek, hem ertelediklerine hem de ertelediğin kişiye ihanettir.” Gelen mektuplardan birini açtığımda, Salih’in içinde yazmanın bir kuvve olduğunu ve bunun fiiliyata dönüşmediğini yazıyordu. Onun hakkında diğer birçok şey gibi bunu da yeni öğreniyordum.

Hayatımda ilk defa; içinde sevgi, dostluk, hasret, kırgınlık, öfke gibi bir dünya hisleri barındıran mektuplara elim değmişti. Tuhaf bir huzur kapladı içimi. Büyükçe bir zarfın içinde ise arkasına şiirlerin ve güzel temennilerin yazıldığı kartpostallar vardı. Hediye olarak gönderdiği kitapların ilk sayfalarına düşülmüş tarih ve notları da tek tek gözden geçirdim. Kendimi başka bir dünyada, geçmiş zamanda hissettim. Dostum Salih son görevini de başarıyla yapmıştı.

Anahtarı ev sahibine teslim edip etmemekte bir an tereddüt ediyorum. Evin kirasını ödemeye, burayı kendime huzurlu bir sığınak yapmaya, gönlüm her daraldığında bu sır hanesini mesken edinmeye karar veriyor ve pencereye yöneliyorum. Tenha bir sokak karşılıyor beni. Saat gecenin yarısına doğru uzanıyor. Aklımı bir soru kurcalıyor; acaba Salih, beni gerçekten mektupları imha etmem için mi göndermişti?

Celal Kuru

DİĞER YAZILAR

7 Yorum

  • Ayyuka , 13/03/2020

    “içimdeki telaşı öldüren sevdiğim kadını,” bu cümleyi okuyunca şu mısraları hatırladım:

    “Teninde yağmurlu sabahların sakinliği / Sen bendeki telaşı yenmek istedin.”

    Enes Talha Tüfekçi

  • Özbek , 13/07/2017

    Gec kalmis olsak da, bu yazidan da nasibimiz oldu cok sükür. Vakti simdi imis..

  • Üçnokta , 16/02/2016

    Öyle canıma değdi ki … Mektubun çok yerinde harika cümleler vardı ama hepsinden ziyade gözünü kırpmadan ardında bıraktıklarına senden iyi bakacak bir dostunun olduğunu bilmek özenilesi , özlenilesi …

  • ali söyler , 05/02/2016

    Sevgili celâl, seni takip edeli fazla olmadı.hikayelerinin hiçbiri kötü değil.ama hiçbiri de iyi değil.senin hikayelerin bitmemiş.5 draft olmadan yayınlama bence.ama şehre veda için seni tebrik ederim.bu da bitmemiş ama.minimal bir tutunamayanlar yazmışsın.senin değiminle küçürcek.fakat burda da diğer hikayelerinde olduğu gibi arabeske düşmüşsün.iyi hikayede karekterler mutsuz olduklarını söylemezler bunu okuyucu kendi anlar.duyguyu ifade etme.bu hikayeni yeniden yazmanı isterim.bir novella şekline getir.arabesk yerlerinden kurtul.karakterlerine karşı acımasız ol.bırak onlara biz acıyalım.bu üslubu tutturursan bu hikaye harika bir şiir olur.Turgut’un Selim ışık’ın peşine düsmesi gibi salih’in peşine düşmekten korkma.doğru yoldasın, iyi gidiyorsun.en azından Veba’daki büyük şaheseri yazmaya ćalışan romancıdan çok daha ilerdesin.Borges hikayesinde kelimesi kelimesine Don Kişot’u yeniden kağıda geçiren ve kendine Don Kişot yazarı diyen yazardan çok daha büyük bir yazarsın.eğer yazmaktan bıkmazsan bunu herkes görecek

  • Hümeyra , 28/12/2015

    “Zihnim, zararlı otları temizlenmemiş bir bahçe… Hiç bir Müsbet fikir büyümüyor.” Ne denir ki?

  • Zahra Sadat , 20/12/2015

    Benim de Lili adında bir ağacım olduğundan mıdır yoksa Salih çoğumuzun yapamadığını yapıp terk ederek -ricat ile- ayakta kalmayı tercih ettiği için mi.. Sevdim onu çok..
    ”Vazgeçemediğimiz her şey prangadır, efendimizdir. Oysa bizim yalnız Allah’ımız var..” öyle değil mi?
    Celal Kuru’ya teşekkürler..

  • lina , 19/12/2015

    ““Biliyorum” uykusundan uyanamıyorum. Oysa bildiklerim, yanıldıklarımın zekâtı bile sayılmaz.” Tek kelime MÜTHİŞ

lina için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir