Çoraplarımı çekiyorum her gece pijamalarımın üzerine. Kaç yıl oldu? Bir sayı eklemenin çok da önemi yok. Geriye dönüp baktığımda. Dibimde, yanı başımda, sanki hiç eksilmemiş, hiç eskimemiş gibi. Duruyor işte. Öyle korkunç, öyle canlı. Yastığıma başımı yasladığım an sağıma dönüyorum. Her sağıma döndüğümde kulağımın dibinde onların ayak sesleri. Tıkır tıkır yürüyorlar. Yumuşak bir yastıkta yürürken tahtanın üzerinde yürür gibi bir gürültüyü nasıl çıkarıyorlar? Kıvrılıyorum, büzülüyorum. Yok olmaya çalışıyorum. Ayak bileklerim kapalı olduğu halde ellerim ayak bileklerime gidiyor. Bir kaşıntı tutuyor bileklerimden. Sadece orda kalmıyor. Yukarı doğru tırmanıyor aynı kaşıntı. Sırtıma vardığında bir acı halini alıyor. Acı gittikçe büyüyor. Sanki tüm o tıkırtıları yapan yaratıklar bir bütün halini almış, tam burnumun dibinde beliriyor. Gözümün önünde bir çift kanca, bana bakıyor. Altı bacaklı, simsiyah… Tüm bedeni bir karıncaya ait olan bu yaratığın yüzü: Tayfun.
Serseri Tayfun.
Çocukluğumuzun belalı tiplerini kısa pantolonunun altındaki yaralardan tespit ettiğimiz günler… Yaralar belli yaramazlıkların nişanesi. Ya bir kavganın içindeyken ya bir maç sırasında betonun üzerine dizlerini sürte sürte düşerken ya da muhtemelen apartmanda oturmanın verdiği iştahla bahçeli bir evin içinden bize el sallayan yasak meyvelerin peşinde, hiç hesaba katmadığımız aynı bahçenin köpeği tarafından kovalanırken… Ne kadar uzatabilirim ki? Çocukluk işte. Çocukluğun sınırı olmaz. Yaralar akla hayale gelmeyecek şekilde oluşmuş olabilir. Hepimizde vardı böyle yaralar. Ama Tayfun’un yaraları hiç kapanmazdı. Mahallenin serseri çocuğu Tayfun, kışın bile kendini yara bere içinde bırakacak bir haylazlık bulurdu.
Yağmurun yumuşattığı toprakta solucan arıyoruz. Yanımda Murat var. İkimizin elinde de pet şişe. Yarış içindeyiz. Kim daha çok toplarsa yarışı kazanıyor. O yaşlarda kazanmak yetiyor. Karşılığında bir şey almak veya vermek diye kavramlar henüz yok. Bulduğumuz solucanı şişelerin içine atıyoruz. Kimse iğrenmiyor solucanlara dokunurken. Zaten tüm duyguları büyükler öğretiyor çocuklara. Bize daha iğrenmeyi öğreten olmamış demek ki. Murat dokunuyor toprağa, parmaklarını geçiriyor. Gittiği yere kadar. Yumruk yapıp çıkarıyor elini. Silkeliyor. Tırnakları uzun. Toprak parçaları tırnaklarının arasında kalıyor. Üstünü kirletmemek için çömelerek arıyoruz solucanları. Ama Murat bir müddet sonra usanıyor. Oturuyor olduğu gibi çamurun içine. Annesi çok kızar üstünü başını kirletmesine. Kapıda bekletir, içeri almaz. Sonra halıya bulaşmasın diye kucağına alır banyoya götürür söylene söylene. İlk fırsatta da patlatır tokadı. Murat bunların bugün de başına geleceğini biliyor. Annen yine eve almayacak, diyorum. Umursamıyor. Bana ne ya, diyor.
Elleriyle kazdığı toprakta -ki hiçbir zaman bir araç kullanarak toprağı kazdığı görülmemiştir- bir solucan daha yakalıyor. Toprağın içinden çekerken koparıyor. Elinde kalan parça parmağına dolanıyor. Diğer parça toprağa karıştı. Solucanların iki parça da olsa yaşayabildiğini böyle öğrenmiştim. Fen Bilgisi dersinde anlatıldığında benim için heyecan verici bir bilgi değildi. Bunu ilk defa duyan bazı arkadaşların ne kadar şaşırdığını hatırlıyorum. Annem ne zaman garip bir olayla karşılaşsa “Yaradan neler yaratıyor, subhanallah!” derdi. Solucan ikiye ayrıldığında annemin sözü aklıma gelmedi.
Murat solucan ikiye bölününce “Allah kahretsin!” dedi. Başını sinirle sağa sola salladı. Yüzündeki ifade yerini yadırgıyordu. Kim bilir, kimden öğrenmişti bunu. Solucanın kaçan parçasını yakalamak için kazmaya devam etti. Bulamayınca aynı ifade ile yine söylendi.
“Allah kahretsin!”
İkiye böldün, zaten kahrolmuştur, diyecektim. Vazgeçtim.
Biz yeni solucanları ararken, yan yatan pet şişelerden kaçmaya çalışan solucanlar dikkatimizi çekmedi. Çünkü o sırada uzağımızda olmasına rağmen bizi tedirgin eden bir çocuk vardı. Onu gördüğümüzü fark ederse bir anda yanımıza gelecek korkusuyla toprağı eşeleyip duruyorduk. Amaç solucan bulmak değildi. İkimiz de Tayfun’u görmüştük. Bizimle uğraşmadan gitmesini umuyorduk. Bir ara yere eğildi, olduğu yerde, toprağın üzerinde bir noktaya dikkatle bakmaya başladı. Uzun uzun baktı. Bir yandan toprakta solucan arar gibi yapmaya devam ediyor, bir yandan da yan gözle Tayfun’a bakıyorduk. Elini toprakta gezdirdi Tayfun. Sonra bize doğru döndü. Dizleri yara içindeydi. Kuruyan yaraların bazıları kanıyordu. Tayfun aldırmıyordu. Galiba hissetmiyordu. Bizim yanımıza gelip ne yaptığımızı seyretmeye başladı. Rolümüzün hakkını vermek zorundaydık. Toprağın içinden bir solucan çıkarmalı idik. Belki de bir solucan isteyip giderdi. Pet şişelere baktım solucanlar kaçmaya devam ediyorlardı. Murat elleriyle toprağı kazmaya devam ediyordu. Yanımıza gelen Tayfun’a dönüp hiçbir şey soramıyorduk.
Aniden bir el tişörtümün içine girip çıktı. Bir gıdıklanma, bir kaşıntı, sonrasında bir acı hissetim. Ayağa kalktım. Tayfun gülmeye başladı.
Ne yaptın Tayfun?
Karınca, sırtına attım. Korkma, korkarsan daha çok ısırır bak.
Korkulur mu karıncadan? Korkma, denirse korkulur. Çocuğuz biz, yapma denileni yaparız. Ben korkmayı büyüklerden öğrenmedim. Tayfun öğretti. Zıpladım olduğum yerde. Bir yandan da çığlık atıyordum. Karınca boş durmuyor, boyna ısırıyordu. Ya da bana öyle geliyordu.
Ulan Tayfun!
Tayfun aynı yere tekrar gitti. Koşa koşa geri geldi. Dur, dedi. Çıkarayım sırtındakini.
Söz mü?
Söz, söz…
Sırtımı döndüm. Karıncayı aramadı bile. Yeni bir tane daha attı. Sanki ilk defa yapmış gibi gülmeye devam etti. Neredeyse ağlayacağım ama erkekler ağlamaz dediler. Erkekler ne yapar? Dövüşür mü? Bilmem, hiç denemedim.
Tayfun yine geldi.
Dur, ikisini de alayım, zıplama artık.
Gene atarsın.
Söz ya, atmam.
Söz mü?
Söz, söz…
Tayfun üçüncü karıncayı da attı sırtıma. Deli gibi dönüyorum etrafta. Bir cesaret Tayfun’a doğru koşmaya başladım. İnsan hem korkup hem koşmaya çalışınca hızlı koşamıyormuş. Tayfun çoktan evine kaçtı. Annesine söylesem olmaz. Yemin billah eder, inandırır annesini.
Yeminli Serseri Tayfun.
Murat, düşmüşlerdir zıplama artık, dedi. Sakinleşince pet şişelere baktık, solucanların hepsi toprağa karışmış, yanlarında keyfimizi de götürmüşlerdi. Uzaktan elinde torbalarla Murat’ın babası göründü. Konuşmadı, başıyla eve gel işareti yaptı. Aslında başını sadece bir yana hızla çevirmişti. Murat, ne zaman bu hareketi görse eve gidiyordu. Yoksa eve gel işareti nasıl yapılırdı ki?
Giderlerken babasının ayağı taşa takıldı. Tökezledi. “Allah kahretsin” dedi. Sinirle başını sağa sola salladı. Yüzünde Murat’ın beceremediği ifade. Murat’ın aklında, bana ne, diyerek geçiştirdiği, annesinden yiyeceği dayak…
Eve dört kişi olarak döndüğümüzü düşündüm o gün. Hatta evdeki karıncaların varlığına ben sebep oldum belki de. Annem bilmiyor karıncaları eve benim musallat ettiğimi. Mutfağında çıkan karıncaları görünce “Yaradan neler yaratıyor, subhanallah!” dedi. Ama o karıncalar her gece odama geliyor ayak bileklerimden içeri girmeye çalışıyorlardı.
Mahalleden taşınalı yıllar oldu. Başka bir semtte oturmamıza rağmen mahalleden miras karıncalarla yaşamaya devam ediyorum. Karıncalar eve değil yıllar yılı bana musallat olmayı sürdürüyorlar. Mısır tanelerini toz haline getirip evin belli bölümlerine serpersem giderlermiş. Ev toz içinde kaldı, gitmiyorlar. Çoraplarımı haddinden uzun alıyorum ama nafile. Her yanım karınca içinde.
Belediyeyi aradım ilaçlama için. Sabah gelecekler. Bu son çare artık. Tüm evden atmalıyım bu karıncaları. Birkaç gün eve girmeyecekmişim. Toplanmaları uzun sürecek demek ki. Gitsinler, beni rahat bıraksınlar da, bir ay beklemeye de razıyım. Yarın bu işin biteceğini düşündüğümden içimde bir rahatlık var. Çoraplarım çekili. Sağıma dönmedim tıkırtıları duymak istemiyorum. Birkaç gün sonra kendime gelirim herhalde. Kendi kendime söylüyorum bunları. Söz, karıncalar yok artık. Korkmak da yok. Yataktan bir anda fırlamak, sırtımın erişemediğim yerlerinde karınca ısırığı hissetmek yok.
Söz!
Tam bu sırada göğsümün tam üzerinde altı bacaklı, simsiyah, ağzı kıskaçlı, yüzü serseri Tayfun’a benzeyen bir karınca gözlerini gözlerime dikmiş soruyor:
Söz mü?!
Ömer Can Coşkun
1 Yorum