Süreğen Değil

0.

Hayrolsun, o gece bir rüya gördüm. Rüyada her şey kayıyordu. Dikiyordum ben de gözümü, bir tanesini olsun seçmeyi, doğru veya yanlış, anlamayı istiyordum. Karar diye bir şey yoktu zaten orada. Alakası bile yoktu. Öyle kaypaktı ki gördüklerim, bir daha asla anlatamayacağımı, muhakememi hepten yitireceğimi düşünüyordum. Ölçemiyorum, biçemiyorum, tekini bile bir şeye benzetemiyorum… Karışıyorlar mıydı az ileride yoksa ayrılıyorlar mı beri taraftan; o çağda o berzahta bir diyen bulunur muydu, bilmiyordum bir şey. Durdukça kederlendim, acaba benim burada âtıl durmam inadına işlenmiş bir suç mu sayılacaktı; yok mu olsaydım hemen? Dermansız kaldım giderek ve bir mucize bekler gibi dönüp ağaç istedim içimden. Hamdulillah en azından icabet geldi o anda varlığa, ağaç fışkın gibi yükseldi kökünden, bütün o akanlar kıvrılıp topaklanmaya başladı ona doğru. İlâhî dedim, sensin işte, ayırmaktasın şimdi, toprağı yaratmadasın, beni de duyarsın… Açtım ağzımı ki tekbir getireyim. Kimseciklerin doğruluğunu bilemeyeceği bir rüyaya yalan sokmak mümkün mü hiç? Sesin sanki dalgalanan bir perde olduğunu gördüm; hızla sallanıp tutuşuyor, hançerem alev alıyordu. Duyduğumda yalnız acıyı duydum, savurduğu gibi fırlattı attı toprağa, külümü yere hem her yere serdi. Huzuru yerde buldum. Aşağıdan yukarıya, şevk açan ağacı izledik hep beraber, uçtan uca biz, hepimiz onun milleti olmuşuz orada. Ağaç ağdıkça ağdı, gönendi, su coşmakla geldi, hayrete büründü hava, yalazlandı ateş, ben başka bir âleme uyandım.

1.

Allah hayretsin, bir mağarada hapsolmuşum. En ufak yılgınlık yokmuş ama, çıkıp döneceğime, eve kavuşacağıma dair inancım orada noksansız hazırmış. İğne deliğinden de olsa bir geçit arıyormuşum kendime. Her taşın altını yokluyorum, sarkıtları kırıp keskiler yapıyorum, toprağı oyup tünel kazıyorum, baktığım bütün yarıklardan gözlerim yeniden ışıyor. Ellerim kanayana dek vura kıra geldiğim o garip yerde ancak bir insan gölgesi durduruyor beni. Önce heykel veya balbal zannetmiştim. Arkasından yavaşça yaklaştığımda, giderek daha kesif kokan, ufunetli bir hava soludum. Karanlıkta parlayan bir çift çakır gözdü meğer sahibi. Dıngıl Bekir ile ansızın yüzleşmemiz beni mecburi bir katman sorgulamasına iletiyordu. Rüya gerçekten bitmiş miydi, öyleyse ne kadarı bitmişti? Memleketimde herkesin bildiği fakat asla bilişmediği Bekir’in şimdi burada karşımda bir sarkıtta sallanması ne anlama gelebilirdi? İrkildim, rahmetliyi rüyadayken düşünerek ruhunu tazip etmekten çekindim. Çünkü o metaforlardan nefret ederdi, öleceğini bilse yine yanardöner işlere girmezdi. Dıngıl demelerinin sebebi de bir temenniydi aslında. Hırçın pasifik okyanusuna neden pasifik demişse bir kısım dünyalılar, Bekir’e de bir umutla dıngıl yani dingil demişlerdi. Benim adımın Boncuk Osman kalmasında, ok gibi dosdoğru giden ona hiç benzemeden sürekli sembol aramamın payı vardır mutlaka. Her birimizin de üstünde ayrı ayrı hakkı vardır. Biz mektepliler aldığımız mesafeyi ona bakarak tayin ederdik. Yaşaması bir tür boy vermek gibiydi. İnsanın karmaşık yollara girmeden dümdüz ilerleyerek en çok nereye varabileceğini, hangi yaşa ve mertebeye kadar ulaşabileceğini ehlinden öğrenirdik. Yazık ki vefalı dosttan nasibi yokmuş. Gözü açık hem de apaçık gitmiş. Hayatında hastaneye uğramadığı gibi, öleceğini anladığı gün de kendine bir tenha bulup kıvrılmış uzanmış yere. Günler sonra belediye imamı tek başına kılmış namazını; tabii o da kılmışsa. Belki beni seçtiği için gelmişti buraya, belki tekrar defnedilmek istiyordu, belki son kez vedalaşmaktı derdi; idhal-i cennet olmadan önce son bir kere ve benle… Bu yarı canlı talih kuşuna hangi eli kanlı yaralı kayıtsız kalabilirdi ki? Ne pahasına olursa olsun sırtımda taşıdım, çıkışa kadar çektim getirdim onu. Kapıda bir şamata koptu. Kokuyu alan haşeratın hışırtısı duvardan duvara vurdu. Hatırladığım son şey elimi emdiğim ve çift başlı bir yılanı izlediğimdi. İki başı da birbirine doğru bakarak çatallı diliyle ıslık çalıyor, hayvan adeta kendi nefsine serenat yapıyordu. Uyuduğum en derin uykuya daldım.

2.

Allah hayretsin, rüyamda beni bulup bir hekime götürmüşler. Ne hikmetse birken iki olmuş hekim sonra. Elimi gösteriyormuşum onlara ve ben zehirleneli çok zaman geçtiğinden bahsediyormuşum. Tedavi olmak istemediğimi sebepleriyle tek tek anlatıyormuşum.

Hâdise sıcak değil. Önceki katmanda zehirlendim ve bu katmana kadar üstünden koca bir nisyan çağı geçti. İkisi arasında sayısız rüya gördüğüm halde şimdi hiçbirini hatırlamıyorum. Geçen süreyi Allah bilir. Şair İbnü’l-Fârız’ın ilk sarhoş olduğu gün kadar eski bir mesele belki de. Bu saatten sonra bana müdahale etmeniz fayda vermez, boşuna eziyet çektiğimle kalırım, yorgun ölürüm.

Anlatmama rağmen anlamadılar. Hekimlerin ikisi de göçmenmiş zaten, dillerini de cinslerini de bilemezmişim ben. Kaçıp kurtulmaya dermanım olmadığı için çaresiz kalıp çöküyorum yere; tedavi, teslim, tekfin, musalla, teşyi derken kaç saate varırım diye hesap yapıyorum sadece. Oyalandığımı düşündüğüm için sıkılmak da cabası oluyor, vakit geçmek bilmiyor bir türlü. Ümit kesmeyi beceremeden habire etrafa bakınıyorum, hangi dilden konuştuklarını olsun en azından, anlamaya çalışıyorum. Bir fırsatını buldum ve laf açmak için araya girdim. Lokman Hekim’in ümmetinden herhangi bir kimseyi tanıyıp tanımadıklarını sordum. Rüya âleminde hekim olacak kadar ehliyetleri varsa madem Süryanice’yi de bilirlerdi heralde, onlara bir de Süryanice sormayı denedim. Hekimler o anda gözleriyle beni teyit ettiler fakat anlamamış gibi yapmayı seçtiler. Fena halde kuruldum bu işe, ne olduysa bundan sonrasında oldu. “Bak işte, rahatsız olmuşlar benden, tedirginlermiş” diye derin bir çığlık koptu içimden. Zavallı yaşamak fırsatçısı eyyamcı ecnebi hilkat garibelerinin en korktukları şey ölümlülerle mülaki olmakmış meğer, birdenbire emin oldum. Dil bilmemeleri, laf anlamamaları, şifacılık yapmaları bile hatta hep bu yüzdenmiş, bütün sırrı çözdüm. Kim sufle verdi bilmem, bir yerlerden akıp geliyor havadisler, düş kaydırağından haldır huldur yuvarlanarak düşüyor önüme. Bana yalnız sayıklamak kalıyor, “Dıngıl Bekir, güzel kardeşim, sen misin?” Vaktâki Bekir’in sesime karşılık verdiğini anlayınca hâlime şükrettim, beni bir duyan varmış diye teselli buldum kendime. Sonra izzetime dokundu, ben niçin kendime yetmeyecekmişim diye çıkıştım Bekir’e. Sözlerine muhtaç olmadığımı, kullanılmış suda yıkanmayacağımı kesin bir dille ihtar ettim. Sözü alan Dıngıl Bekir lafın altında kalmadı, okkalı bir tehdit savurdu bana.

Kendi kendine konuşarak gerçeğe yaklaştın, şimdi gerçekten sonun geldi, rüya bitiyor, çabuk son sözünü söyle!

Az kaldı ecnebi hekimler Bekir ile bizi birbirimize düşüreceklerdi. Bereket versin ki geçen katmanda Dıngıl Bekir’i gaslederken elbisesinden çıkardığım sigara paketi imdadıma yetişti. Bir kenara ayrılıp sakinleşmek ve son sözümü düşünmek için ilaç gibi geldi o sırada. Eğer onun o teberrüğü olmasaydı kendi başıma asla son söz sarmalının içinden çıkamayacaktım. Meğer bana zor gelen mesele tüy gibi hafif, kolay bir meseleymiş. Dönüp sakince, diklenmeden anlattım.

Ey kardeşim, sen benle oyun ediyorsun. Sana yaklaşarak sona yaklaştığım muhakkak doğru. Ama sen yanına eğri katıyorsun, dosdoğru görünüp hile yapıyorsun. Kullanılmış suda yıkanmayacağını söyleyen birinin son sözü mü olurmuş hiç? Mümkün mü bir şeyin sonu başından farklı olsun? İstediğin kadar tahrik et… Söylemeyeceğim ve sen burada kral çıplak diye bağıramayacaksın. Çıkmayacak rüyada sesin. Senin ben olduğumu bilmeyecek kimse. Benimle birlikte sen de ölüp gidecek birazdan; rüya bitecek.

Son söze reddiye verince bir şamata da burda koptu. Hekimler çığlık çığlığa kapıya koştular. Kapıyı açtıklarında, kuyruğu üzerinde yükselip göz hizasına kadar gelen cüsseli bir yılan, çatallı diliyle karşıladı onları. Çabucak karşı kapıya yöneldiler ama orada da yılanın diğer başıyla karşılaştılar. Çift başlı yılan orta yerde debelenerek ortalığın tozunu attırdı. Hekimler iki kapı arasında pervane olup döndüler, gerisingeri gidip gelirlerken kıskaç iyice daraldı. Dayanamayıp söze girdim, “Oo” dedim, “Hayırlı olsun, iki dağ arasında koşturmanıza bakılırsa eğer hacı oluyorsunuz, bize de ismen dua edin.” Cidden anlamamış olacaklar ki gülmediler latifeme. Yalvarırcasına gözüme baktılar yalnızca. Yaşamak istediklerini, ölüm korkusundan neredeyse ölecek kadar çok ızdırap duyduklarını bildirdiler. Doğrusu ben de etkilendim biraz. Merhametim kabardı heralde veya zaten biraz sonra ölecek olmanın metanetiydi, bilmiyorum sebebini. Yılan gözüme hakiki deriden mamul parlak bir kırbaç gibi gözüktü. Afallatana kadar yere vurdum başını. Sürünüp dolandıkça her seferinde daha sert kaldırıp indirdim; çırpınarak helezonlar çizdi havada… Kendi gölgesini kesen samuraya dönüşmemdeki kısmî zamanlı akrobasi yeteneği için yine hekimlerin hakkını teslim etmem gerekir. Yükselen çığlıklar gururumu okşuyor, cevheri zaptedilmiş yılanın feryadı arasına karışarak kulaklarımın kirini temizliyordu. Hiç düşünmeden iki kafasını birbirine bağlayıp urgan yaptım, beri tarafta tezahürat tutup kışkırtan Bekir’in kafasına doğru savurup bastım smacı. İş ki fırladığı sırada mükerrer bir acı bıraktı elimde. Beni sokarken damarlarımda ekşiyen keskin zehirden o da payını almıştı bu kez, yerdeydik hepimiz. Çift başlı yılan mortu çekmek üzere acıyla kıvranarak Bekir’in boğazını sıkıyor, Bekir ise insanoğlu olduğunu unutacak kadar tenasüp içinde can çekişiyordu. Düştüğüm yerde bir saksı dikkatimi çekti, saksının içinden kılıç çiçeği boylanıyordu. Son sözümü merak ederseniz eğer, işte buydu, “Allah Allah, bu ne biçim çiçek… Kılıçtan çiçek mi olur?” diye soruyordum. Yok eğer hekimleri merak ederseniz turp gibi sağlamdı onlar. Hekimlik mesleğinin yanısıra ağıt okumakta da becerikli olduklarını ispat ediyorlardı. Aklımı şaşırtan, evvel ahir hep karıştıran, epey yanık bir ses dinledim orada. Tek kelime anlamadığım halde yalnız şaşkınlık hatırlıyorum, zihnim belki de bu yüzden uyuşuyordu. “Ağıt heralde baştaki ağacın ağıtı, yok yok, olsa olsa bir sızlak, mağara kapısından içeriye sızıyor” diye düşünüyor ama bitiştiremiyordum. Olduğum yerde sızıp kaldım.

3.

Allah hayretsin, rüyamda temiz yüzlü bir genç gördüm. “Sen temiz yüzlü birine benziyorsun, beni bir dinle” deyip hemen karşıma aldım onu. Bildiklerimin hepsini anlattım. Rüya bozuldu, kalkıp elimi yüzümü yıkadım.

Mehmet Emir

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • İnsan , 20/09/2022

    Hekimler neyi sembolize ediyor, neyi neyi neyi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir