Uçurtmalar, Ağaçlar ve Çocuklar

Her çocuğun uçurtma uçurma, ağaca çıkma, doğanın temiz havasını içine çekme hakkı vardır ve bu okuyacağınız şehirde büyüyen, yolu pek köylere düş(e)memiş bir çocuğun yer yer üzücü bazen de neşeli hikâyesidir.

***

Bir hayli büyümüş olmalıydım. Nedense bu yaşta aklıma düşmüştü. Ben henüz ne bir uçurtma uçurmuş ne de bir ağaca tırmanmıştım. Arkadaşlarımla bir kediyi kurtarma operasyonu bile düzenlememiş, ceviz ağacına ya da incir ağacına tırmanmanın riskleri konusunda büyüklerimden rehber bilgiler edinememiş, komşunun elma ağacından göz hakkımı almaya çalışırken türlü heyecanlar yaşayamamıştım. Sonradan duydum, bir uçurtma müzesini gezerken… Meğer öyle canımın istediği her yerde uçurtma uçuramazmışım da. Nereden bilebilirdim! Bir sitenin içinde yaşıyordum. Böyle sitelerde, yan dairedeki arkadaşınız sizi top oynamaya çağırdığında hemen hazırlanmalısınız. Çünkü inilecek onlarca merdiven sizi bekliyordur. Ben de içtiğim sütlerin ve marketten alınma taze(!) meyve sularının verdiği enerjinin önemli bir kısmını işte tam burada kaybediyordum. Grup toplanmadan sitenin bahçesine varmalı, en sevdiğim arkadaşların takımında yer almalıydım. Çocukluğumda yaşadığım heyecan biraz da bundan ibaretti. Sitenin bahçesinde her türden ağaç mevcuttu, ancak hiç ama hiç kimse bu ağaçların nasıl büyüdüğünü görmemişti. Büyük fidanlıklardan satın alınmışlardı. Limon, şeftali, salkım söğüt, elma, mandalina, nar… Her ağacın belli mevsimlerde çiçek açtığını ya da meyve verdiğini öğrenince bir hayli hayal kırıklığına uğramıştım. Şimdikinden çok daha küçükken, bu hayal kırıklığımın yerini büyük bir şaşkınlık doldurmuştu: “Tıpkı benim bazı masal kahramanlarını sevmem gibi.. Ağaçlar da bazı mevsimleri seviyorlar demek ki.” Keşke bu sandığım doğru olsaydı. Hâlbuki ben tıpkı uçurtmanın her yerde uçamayacağını bir müzeyi gezerken öğrendiğim gibi bu ağaçların tohumdan fidana, fidandan ağaca doğru bir yolculuk yaptıklarını da tecrübe edemeden öğrenmiştim. Şehirde, bir çocuk şarkısından, bir çocuk kitabından bu tür bilgiler edinebilirdiniz. Peki domates yaprağının, kavunun, nanenin kokusunu bu şekilde öğrenebilir misiniz?

Bir gün annem, yan komşumuz Saliha nineye gidip nane istememi söylemişti. Heyecanla evden çıktım ve Saliha ninenin kapısına vardım. Kapı hafif aralıktı, kızmayacağını düşünerek parmak uçlarıma basa basa içeri girdim. Namaz kılıyordu, bekledim. Selam verdi. Beni görünce korktuğunu zannettim. Kapıyı aralık bırakmasına şaşıracağımı tahmin etmiş olmalıydı ki, ben henüz sormaya fırsat bulamadan, “Bilir misin? Köylerde herkesin kapısı açıktır, kimse kapısını kilitlemez” demişti. Ben asıl buna çok şaşırmıştım. Burası bir köy değildi, biz bir sitede yaşıyorduk, sitenin bahçesi tek oyun alanımdı, nereden bilebilirdim ki! Bir çocuktum, ne/leri kaybettiğimin henüz farkında değildim. Biraz sonra, bir ninenin büyük şaşkınlığı ve hayal kırıklığı olacağımın da… Kendi meseleme geri döndüm ve annemin ricasını Saliha nineye ilettim. Bir avuç nane… Saliha nine bir bahçeye sahip değildi, ama bir orman kadar yeşil bir balkonu vardı. Balkonu işaret etti; “Manolyayı görüyorsun ya, onun yanındaki saksıdan ihtiyacın olduğu kadar nane koparabilirsin.” Manolya adlı çiçeği tanımış olsaydım, çocukluğumun en büyük azarını işitmeyecektim. Üzüntü ve hayal kırıklığıyla karışık bir nine azarı… Adres tarifini tam olarak anlayamadığımdan, hislerime göre hareket ettim. Hislerim beni bir saksıya götürmüştü. Buradaki yeşillikler nane olmalıydı. Annemin bir avuç dediği, benim üç hatta dört avcuma denkti bence. Bu yüzden koparabildiğim kadar kopardım. Yüksek sesle ettiğim teşekkürün ardından, hızlıca Saliha ninenin yanından geçiyordum ki keskin bakışlarıyla bana baktığını gördüm. Avuçlarımdan birkaç tutam yeşillik yere, tam Saliha ninenin seccadesinin üzerine düşüvermişti. Uzağı zor gören gözleriyle bile avuçlarca kopardığım yeşilliğin nane olmadığını fark edebilmişti. Meğer nane, buram buram kokarmış. Meğer nane diye kopardığım…

Bir hayli büyüdüm. Şehrin eşsiz kalabalığının göğe yükselen “şey”lerden ağaçları, böcekleri, kuşları ve çiçekleri göremediği zamanın birinde yaşıyorum. Çocukken nane diye kopardığımın ne olduğunu, türlü ağaçları, çiçekleri artık tanıyorum. Uçurtmanın en iyi göğe yükselen şeylerden uzakta uçabildiğini artık biliyorum ve şu sıralar 1 metre 62 santim boyumla rahat tırmanacağım bir ağaç arıyorum. Düşüp vücudumda bir kırık oluşturmadan… Çünkü bilirsiniz, bir çocuk ağaçtan düşerse bu tatlı bir anı olur, fakat bir yetişkin düşerse fena. Şimdilerde, köy hayatını ve şehir hayatını birlikte sürdüren bir köy çocuğunun hikâyesine şahit oluyorum. Hem şehirli hem köylü bir çocuğun hayat hikâyesi şöyle başlıyor ve hâlâ aynı şekilde ilerliyor:

Emir 5,5 yaşında. Çorum’un merkezinde yaşıyor. Hafta sonları kız kardeşi Zehra, anne-babası ve dede-ninesiyle köylerini ziyaret ediyor. Büyükler tarla ve hayvan işleriyle uğraşırken köyün çocukları gibi Emir de doğayla hemhâl oluyor. Köydeki evlerini ve hayvanlarını koruyan siyah köpeklerden zaman zaman korkuyor ama bunu pek önemsemiyor. Ne de olsa köpekler Emir’i ve köyün çocuklarını iyi tanıyor. (Çünkü köy köpekleri şehrin köpeklerine nazaran insanları çok daha iyi tanır. Bir köpekten yüzlerce değişik şekil ve boydaki, kokudaki insanları tanımasını bekleyemezsiniz!) Annesi, yemek vaktinde bahçeden salata ve domates istediğinde hemen koşup getiriyor. Domatesi ve salatayı, yaprakların kokusundan tanımayı tam 3 yaşında öğrendi. Bir karpuzu dalına bağlayan tüylü sap kurumuşsa, olgunlaştı demektir. Bunu da 4 yaşında… İstanbul’daki teyzesini, dayısını, anneannesini ve dedesini, dedesinin şehirli bahçesini sıklıkla ziyaret ediyor. Tarlada ve bu bahçede yetişen salata, domateslerle markettekilerin farkını kokularından anlıyor. Legolarla, masal kahramanları ve kitaplarıyla, domates kokularıyla örülü masalsı hayatı köy ve şehir ikiliğinde ilerlese de şu kesin ki domatesin, dedesinin bahçesinde 2 yaşından beri içine çektiği nanenin kokusunu hiçbir zaman unutmayacak. İstanbul’da görüştüğü arkadaşlarına inekleri, kümesten topladığı yumurtaları ve biraz dehşetli de olsa aç kalan bekçi köpeklerin, tavukların canına kastetme hikâyesini hayretle anlatacak ve büyük ihtimalle hep bir köy çocuğu olarak kalacak.


Sevil Kuzu


ÇETO, Mart-Nisan 2019

Resim: Nakajima Kiyoshi

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Meryem , 24/04/2019

    Sevil Kuzu çocuk edebiyatı içinde iyi bir kalem olma yolunda. Yeni yazılarını bekliyoruz.

  • venda , 24/04/2019

    uzun bir süre sonra Sevil Kuzu yazısı görmek sevindirici.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir