“Bir Kadının Acıma Duygusuyla Alnında Oluşan Çizgiler Ne Anlama Gelir?”

Davut Bayraklı, Genç Werter son nefesini verirken yanındaydı…

***

Bu kötü, bu uğursuz gecede nereye gidiyorsun diye sorma bana. İşim acele. Yetişmem gereken bir cenaze var. Oyalama, meşgul etme beni. En çok şimdi zamana ve hıza ihtiyacım var. Müsaade et de gece yarısı kalkacak olan şu cenazeye yetişeyim.

Şimdi soru sormanın, sorulan sorulara cevaplar vermenin zamanı değil. İnan ki acelem var. Hemen gitmeliyim ve aşk acısıyla tabanca barutunu birleştiren ama kendi hayatını da noktalayan şu çaresiz ve zavallı genç adamın cenazesine yetişmeliyim. Hani şu, hukuk stajyeri genç Werter’in.

Aslında ben, en başından beri fark etmiştim her şeyi. Olayların sonunda bu raddeye varacağını tam olarak düşünmesem de gidişatın hiç de hayra alamet olmadığı aşikârdı. Siz “Genç Werter’in Acıları”nı kitaptan okuyordunuz belki ama ben bizzat olayların içindeydim.

Her şey çok kötü bir günde başlamıştı ve daha da kötü bitemezdi.

***

21 Aralık günü bunların olacağını elbette kestiremezdim. Ama 12 Aralık’ta hatta 14 ve 20 Aralık’ta kaleme aldığı o mektuplardan Werter’in böyle bir çılgınlık yapacağını kestirebilirdim. Son iki haftada yüzünde bir ölü solgunluğu vardı. Amaçsız ziyaretler, anlamsız dalgınlıklar, doğaya karşı yapılan tuhaf geziler… Bunlar hep beni huzursuz etmişti, ancak Werter mektuplarını bana değil de ya Lotte’ye yazıyordu ya da Wilhelm’e. Her nedense zamanı ve mekânı aşıp bana bir türlü yazmıyordu.

Werter! Acı çekmekten zevk alan bu zavallı genç adam, mektupları kaleme aldığı sırada kendi zaman diliminde tarihler ya da takvimler -sen hangisini istersen onu kullan- 1771 yılını gösteriyordu ama bilmiyordu ki ben de 1999 yılının karlı ve soğuk bir Şubat akşamında, İstanbul’da o mektupları okuyordum. Neler yazıyor, neleri karalıyor, hangi kâğıtları yakıyordu, hepsine ben şahittim. Kendi zaman dilimimden çıkıp onunla aynı düzlemde buluşuyor ve o beni fark etmeden, gizlice onu izliyordum. Her ağlayışında, her  “Ah, Lotte!” diye inleyişinde onunla ben de kahroluyordum.

İnsan, en çok da yalnız olduğunu düşündüğünde duygularının dizginlerini boşaltıyormuş. Acı, daha çok acıyı getirince insana biraz da olsa ruh dinginliği veriyormuş. Şunu bilmeni istiyorum ey okur; eğer bu dediklerim doğru değilse yanlış yapan ben değil Werter’in kendisidir. Zira bu sözlerim onu izlediğim yalnız gecelerinde, kalbinde büyütüp yeşerttiği elem çiçeklerine ve o anlarına ait notlardır.

***

Her şey böyle kötü başlamamıştı. Bir roman havasında ve gayet güzel düşlerle başlamıştı olaylar. Şehirden taşraya kaçmış, biraz kafasını, belki de ruhunu dinlemek istiyordu. Werter, bunun için en ideal yerin de bir taşra kasabası olduğunu düşüyordu. Wahlheim’a geldiği zaman 4 Mayıs 1771 tarihli ilk mektubunda yine bana değil de Wilhelm’e seslenmişti. İnsan kalbini anlamanın olanaksız bir şey olduğundan dem vuruyordu. O zamanlarda yaşadığı sıkıntılar ve şikâyette bulunduğu şeyler daha basit, çözümü daha kolay meselelerdi. Ama Werter, o günlerde bu sıkıntıların aşılması güç şeyler olduğuna inanmıştı. Wilhelm’e yazdığı ilk mektuplarda yeni geldiği bu taşra kasabasının doğa olarak ne kadar güzel olduğundan ve burasının yaralı ruhuna ne kadar iyi geleceğinden bahsediyordu. Farkında değildi ama giderek aşırı bir romantizmin içine düşüyordu. Hem de sonunu hazırlayacak acı bir romantizmin…

***

Mektupların ardı arkası kesilmiyordu. Her bir mektupta Werter biraz daha Lotte’ye kapılıyor, onda biraz daha boğuluyordu. Gün geçtikçe bağlandığı bu soylu ailenin kızı nişanlıydı ve evlilik arifesindeydi. Bunu bilmesine rağmen kendisini onun cazibesinden, güzelliğinden alamıyordu. Gittiği gezdiği her yerden Wilhelm’e mektuplar yolluyor ve etrafındaki her şeyin kendisini o güzeller güzeli kıza daha da yaklaştırdığından bahsediyordu. Satırları bazen umut bazen de karamsarlık yüklüydü.

***

Sabahları Lotte’yi göreceği için sevinen ve devamlı mırıldanan bu genç adama ne olmuştu? Nasıl olmuştu da bu hale gelmişti, bu kadar bezgin ve yılgın! Mağlubiyeti kabul etmiş, kendi hayatına son vererek hem Lotte’ye hem de Albert’e mutluluk getirebileceği vehmine kapılmıştı? Dedim ya, zavallı çocuk işte!

Wilhelm’e yazdığı mektupların bazılarında hep mutsuzluğundan bahsediyordu. Hatta bir keresinde -yanılmıyorsam 30 Ağustos’ta yazdığı mektupta- Wilhelm’e “Bu mutsuzluğun mezardan başka bir sonu olduğunu sanmıyorum.” diye yazmıştı.

***

Werter’in, 22 Kasım’da neler yazdığını hatırlıyor musunuz? O soğuk günde insanın içini yakan satırları unuttunuz mu yoksa? Bir genç adamın umutsuzluğunu, bir kadın karşısındaki çaresizliğini ifşa eden satırları nasıl hatırlamazsınız? Hani 21 Kasım’da yazdığı mektubunda Lotte’den bahsetmişti de onun kendisine karşı ara sıra yönlendirdiği iyimser bir bakışı, hoşgörüyü ve çektiği ıstıraba karşı gösterdiği acıma duygusunu anlatmıştı. Ben hayatım boyunca çok zor soru duydum hatta bazı demlerde cevaplamak zorunda da kaldım. İtiraf etmek gerekirse bu soruların birçoğunun üstesinden de gelmişimdir.

Durun ama hayır! Kendimi övmüyorum, böyle düşünmeyin lütfen. Maksadım başka benim. 21 Kasım’da Werter’in yazdığı o mektubun ilk paragrafının bitiş cümlesi bir soruydu ve ben hayatımda bu kadar zor bir soru görmedim. Söylemeye çalıştığım şey buydu. Bu soruya 1771’den beri hâlâ bir cevap bulamadım. Belki de böyle sorular cevaplanmak için değil de sadece sormak için söylenmiştir. Sormak ve muhatabının kalbinin üzerinde acımasızca paslı, kör bir bıçak gezdirmek için sorulmuştur cevabı olmayan bu sorular: “Bir kadının acıma duygusuyla alnında oluşan çizgiler ne anlama gelir?”

22 Kasım. Evet, 21 Kasım’ı anlatırken bunu unutmuşum. Aslında ben size 22 Kasım’dan bahsedecektim. İnsan, umudunu kaybettiğinde aklının katılaşmasına hatta betonlaşmasına istese de istemese de engel olmaz zannımca. İşte Werter’in yaşadığı da buydu. Siz bilmiyorsunuz, görmüyorsunuz belki, ama ben onun Wahlheim’da yaşadığı tüm günlerin şahidi olarak bu durumu birinci elden gözlemliyordum. Aşk, romantizme dönüştükçe insanı içinden çıkılmaz labirentlere doğru sürükler. Sonucunda da labirentlerde kaybolan genç ve umutsuz ruh, acıya hapseder kendini. Werter de tam olarak kendine bunu yaptı. Aşkı onu labirentlere, labirentler de dayanılması zor acılara düşürdü. Olmayacağına inandığı duaları seslendirmeye başladı.

22 Kasım tarihli mektubunda -yine onu en iyi anlayan bana değil de Wilhelm’e yazdığı o kısa mektupta- Tanrı’ya “Onu bana ver!” diye dua edemediğinden yakınıyordu. Çünkü biliyordu Lotte başkasına aitti ve kendisinin olma ihtimali yoktu. Zaten onun kolunu kanadını kıran da buydu: Bu gerçeği bilmek ve değiştirememek.

***

6 Aralık günü Wilhelm’e mektup mu yazıyordu yoksa içindeki çığlıkları satırlara mı kazıyordu? Ne önemi var ki cevabın! Hem dedim ya bazı sorular cevap almak için sorulmaz. Sıcak yarada kezzaptır ve öylesine dile getirilir. Bak ve çaresizliğimi gör demektir bu aslında. Gör ve acı!

Gittiği her yerde Lotte’nin hayalini görmeye başlamıştı. Uykuda ya da uyanık hiç fark etmiyordu onun için. Ruhunu tamamen onunla sarıp sarmalamıştı. Hem görmek için bakmaya da ihtiyacı yoktu. Her yerde o vardı: Lotte!

Wilhelm’e bu duygularını anlatamadığını da mektubun kenarına not etmiş! İlahi Werter! Sen mi anlatamıyorsun bunları? Hiç düşündün mü, belki de o seni anlayamıyordur, anlayamayacaktır! Yanlış kişiye yazıyorsun, anlatıyorsun Werter!

***

8 Kasım’dı yanılmıyorsam. Lotte ile sohbet ediyordu. Lotte’nin tüm şirinliği üzerindeydi ve tatlı tatlı Werter’i eleştiriyordu. Yüzüne taktığı o mimikler Werter için ölümcül birer silah özelliğindeydi ama o bunu bilmiyordu. Belki de biliyordu ama bilmemenin daha iyi olacağını düşünüyordu.

Werter, öylece durmuş, mimikleriyle kendisine bir şeyler anlatan Lotte’yi dinliyordu. Bir ara sohbete dâhil olmayı düşündüm ama sonra hemen vaz geçtim. Benim yerim, durumum farklıydı ve sadece izlemekle yetinmeliydim. Belki de bu yüzden en az onun kadar ben de acı çekiyordum. Görüyor, biliyor ama bir şey yapamıyordum. Onu dinlerken yüzünde oluşan çizgilerde ne acılar vardı, ah bir görebilseydiniz! O kadar çaresizdi ki Wilhelm’e dönerek -beni göremediği için olsa gerek- “Dostum, yitmiş haldeyim! Bana her istediğini yapabilir.” dedi.

İşte sana, insanın ciğerlerini delip ağzından kusturacak bir söz daha. Ve bunu söylemek için düşünmüyordu, Lotte’nin gözlerine bakıyor ve öylece, bir anda söylüyordu.

***

21 Aralık gecesi tüm hazırlıklarını yapmış ve bazı notlar yazmıştı. Yaşlı yargıçtan gömülmek istediği yer için çabalamasını bile istemişti. Ölüme giderken aklında bir Lotte bir de cenazeyle ilgili bazı ufak detaylar vardı. Ama kendisinden sonra on binlerce insanın intihar ederken giymelerine neden olacak o elbiseler bu plana ya da detaya dâhil değildi. Bunu nereden bilebilirdi ki hem? Mavi ceket ve sarı pantolon! Bir salgına dönüşen intiharın enstrümanları olmuştu. Bir de belki göğsündeki o solgun kırmızı fiyonk…  Bir doğum gününde Lotte’nin hediye ettiği fiyonk.

***

Yine başa dönmek istemiyorum. 21 Aralık gecesinde saatin tam on ikiyi vurmasını bekleyen Werter’in “Silahlar dolu. Saat on ikiyi vuruyor! Buraya kadarmış! Lotte! Lotte, hoşça kal! Hoşça kal!” satırlarını yazıp ardından silahı ateşlemesini yeniden görmek istemiyorum.

***

Bu uğursuz olay olduğunda bir komşusu barutun çıkardığı ateşi görmüş, patlamayı da işitmişti ama gecenin kör karanlığında her şeyin sessizliğe bürünmesi üzerine meselenin üstünde durmamış, ehemmiyet vermemişti. Eğer duysaydı çok şey değişir miydi? Ben de bilmiyorum. Ama sabah saat altıda onu odada öylece yerde yatarken bulan uşağın çığlıkları sizin de duymak istemeyeceğiniz iç parçalayan ağıtlara dönüşmüştü. Yerde yatan Werter, silah ve kan… Uşak, bu manzara karşısında şok olmuş ve sarstığı efendisinden hırıltıdan başka bir şey duyamayınca hemen doktora, Albert’e koşmuş. Görüyorsunuz ya, her şeyi en başından beri takip eden, izleyen beni o da es geçmişti.

***

Lotte, kapının çıngırağını duyduğunda eli ayağı birbirine karışmış, titremeye başlamıştı. Anlamıştı kötü, uğursuz bir şeyler olduğunu. Olan biteni anlatan uşak Albert’e bakarken Lotte yere yığılıp kaldı o an. Her şey acının derecesini mi arttırıyordu yoksa bu mizanseni bir roman havasına mı sokmaya çalışıyordu? Bilmiyorum!

Doktor geldiğinde bu bahtsız genç adam için her şey bitmek üzereydi, yani yapacak pek bir şey kalmamıştı. Gerçi nabzı atıyordu ama vücudu hareketsizdi ve etrafta ağlaşan insanlara hiç de ümit verecek bir gelişme yoktu.

Bu genç hukuk stajyeri için kim ne yapabilirdi ki! Sağ gözünün üstünden kendini vuran Werter’in beyni dışarıya fırlamıştı. Kolundan kan akıtılıyor ama o hâlâ nefes alıyordu. Yazı masasında kendisini vurmuştu ve yere yığılınca çırpınmaya başlamıştı. Bu yüzden de sandalyenin yanına yuvarlanmıştı. İşte o zaman çizmeleri, sarı yelekli mavi frakı üzerindeydi.

Albert şaşkın, Lotte feryatlar içerisindeydi. Haberi alan yargıç da benden sonra oraya gelmiş ve onu gözyaşlarına boğularak öpmeye başlamıştı. Yargıcın oğulları da onun yanına diz çökmüşler ve onlar da babaları gibi Werter’i öpüyorlardı. En büyük oğlan ise Werter’in ağzına kulağını adeta yapıştırmış ve çıkardığı hırıltıları dinlemeye çalışıyordu. Öldüğünde ise çocuğu güç bela ondan ayırabildiler.

***

Gece tam on ikide başlayan bu kara mizansen gündüz on ikide son buldu. Yargıç onun son isteğini yerine getirmek için kolları sıvadı. İşte bu yüzden acele ediyorum. Gece, saat on bire doğru Werter’i istediği yerde son yolculuğuna uğurlayacaklar. Acelem ve telaşım bu yüzden. Yaşlı yargıç ve oğulları cenazenin ardından yürüyorlar. Ben de, görünmemeye dikkat ederek onların arkasına takılıyorum.

Etrafa baktım ancak Albert’i göremedim. Duyduğuma göre Lotte’nin yaşamından endişe ettiği için cenazeye gelmemiş ve karısının yanında kalmış. Zaten cenaze de kalabalık değil ve tabutu da zanaatkârlar taşıyor. İntihar ettiği için de her hangi bir din adamı cenazeye eşlik etmiyor.

***

21 Aralık 1771… Kötü başlayan bir gündü ve bundan daha kötü bitemezdi.

 

Davut Bayraklı

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • gece , 06/05/2015

    daha bugün bir arkadaşımla bu kitap üzerine büyük bir heyecanla konuşmuş ve biliyor musun Davut Bayraklı onu 17 kere okumuş demiştim bunun üzerine enfes bir yazı geldi,gerçekten de çok güzel olmuş ellerinize sağlık

    • yesil_kalb , 08/05/2015

      itiraf etmeliyim 17 kere okunan bir kitap…yada 10’dan fazla okunan bir kitap..O’ndan fazla…bu mevzuyu bizde biraz konuştuk düşündük aramızda arkadaşlarla..sen de var mıydın “gece” :)

      17 kere okuyacak kadar aşık olmadığım için bir kere okumak yetti :)

      Ötüken yayınları lisan olarak çeviride itinalı olduğu için tavsiye edilir..

    • yeşilçam müdavimi , 08/05/2015

      bir konuşmadaki beyanına göre 17 değil 12 kere okumuş. hem ne önemi var kaç kere okunduğunun, biz çok kitap okumak yerine, bir kitabı çok okumanın önemli olduğunu öğrendik edebifikirden ve mehmet raşit’ten.
      bu arada askerlere selam olsun ve aydoğan k’nın kedisine.

    • yesil_kalb , 12/05/2015

      kaç kere okunduğunun ne ehemmiyetsizliği var..bence mühim birşey..en azından bu kitap için..

      ve buradaki kardeşlerimiz için..kitabın hissiyatlara tesiri..duygusallık oranı vs..birçok açıdan mühim olabilir.

  • gizli merve , 06/05/2015

    çok güzel bi yazı. umarız devamı gelir. werther’in malcolm’la karşılaşacağı anı çok merak ediyorum.

yesil_kalb için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir