H2O ve Unutmanın Suları

Künye: H2O ve Unutmanın Suları, Ivan Illich, Yeni İnsan Yayınevi, Çeviren: Lizi Behmoaras, 2. Baskı, 2007, İstanbul.

***

“Okurlarımın bu konuşmanın dünyanın en eski şehri olan, Anadolu’daki Çatalhöyük yakınlarında değil de, kovboyların şehri Teksas’ta yapıldığını hatırlamalarını dilerim. Bu konuşma, ataları oldukça yakın bir zamanda Teksas’a yerleşen ve beraberlerinde ne Ortadoğu çöllerinin anılarını ne de Kur’an ayetlerini getirmiş insanlara yönelikti.

Çeviriniz aracılığıyla sizin dünyanızda okurlar edinebileceğim için kuşkusuz mutluyum. Belki bu bir vesile olur da okurlardan biri, hepimiz adına Anadolu “madde”sinin hikâyesini kaleme alıp Teksas suları gibi yok olan ve H2O’ya indirgenen Osmanlı sularını anlatır. Zira tehlike orada da, burada da aynı.” (Ivan Illich’in kitabın Türkçe basımı için yazdığı önsözden, 1990)

“Oturmak”, kendi yaşamımızın bıraktığı izlerde kalmak demektir. Onların peşinden her zaman gerilere, atalarımızın yaşamına döneriz. Bu güçlü anlamıyla “oturmak”, yaşamaktan hemen hemen hiç farklı değildir. “Oturanlar”, gün be gün ortamlarını yeniden biçimlendirirler. İnsanlar attıkları her adımla yaptıkları her eylemle “otururlar”. (Sayfa 30)

Günümüzde, çoğu insan gününü geçirdiği dört duvar arasında oturmaz; geceyi geçirdiği yerdeyse iz bırakmaz. Gündüzleri bir büroda telefonun yanı başında kamp kurar; geceleri akrabalarına yakın bir yerde park ederler. Geleneksel biçimde “oturmak” isteseler bile Amerikan kentlerinin inşa edildiği malzeme, izlerini taşımaya yanaşmaz. İnsanların yaşarken bıraktıkları izler, süpürülmesi gereken toz, düzeltilmesi gereken aksaklıklar olarak algılanır yani önemli bir yatırımın değerden düşmesi olarak… (Sayfa 32)

Oturma yeteneği, herkesin kaçtığı, kimsenin istemediği insanların ayrıcalığıdır. (Sayfa 32)

Sözcük kökünün düşündürdüğünün aksine imgelem (imagination), gerçeğin imajlarını (image) değil de, daha çok görülmeyenin imajlarını oluşturma yeteneğidir. “Gerçeğin şarkısını söyleme” yeteneğidir. Başlangıçta, geleneksel kent, bu tipte törensel bir şarkıdır. Kaynağı düşlerdir. Görünürde, her kentsel kültürün törensel gelenek ve görenekleri vardır, bunlar sayesinde “bir oturma akışı olarak yaşam” düşü, bir topluluğun oturulabilir alan tasarımına yansır. (Sayfa 33)

İlkçağ insanları, törensel bir alanı yıkma gücüne sahip olduklarına inanırlardı; bunun toplumsal bir yaratı olduğunun bilincindeydiler. Mimarlar bu alanı yalnızca yıkılabilir alan ilan edip beton altına gömebilirler. Ve dünya betonlaştığı ölçüde oturulan alan yok olmakta, sönüp gitmektedir. İnsanlar içinde “oturma”ları mümkün olmayan pahalı alanlar kiralamak zorundalar. (Sayfa 41)

Bizim olağandışı toplumumuz, bundan önce var olan hiçbir toplumla kıyaslanamaz. Sanayi öncesi toplumlar, homojen bir alanda varlıklarını sürdüremezlerdi. Bedenin, kentin, çevrenin dışıyla içi arasındaki farklılık, bu toplumların tüm deneyimlerinin yapıcı bir öğesiydi. Dışarısıyla içerinin, sağla solun, erkekle dişinin simetri dışı tamamlayıcılığı, temel bir deneyimdi. Bu ayrımı ortadan kaldıran homojen alan, tarihsel açıdan yeni bir deneyimdir. (Sayfa 42)

Suyun ikili tabiatını en iyi ortaya çıkaran şey, hem arındırma hem de temizleme yeteneğidir. Su, kendi arılığını hafifçe dokunarak ya da hayat vererek bir eşyanın maddesine iletir, yüzeyinde birikmiş pislikleri yıkayarak da onu temizler. (Sayfa 48)

Arınma mutlaka su istemez. Su çoğu zaman bu sürece dahilse de, başka yöntemlere başvurulabilir. (…) Fakat yine de, suyun verdiği ya da yeniden canlandırdığı arınma olayı özel bir saydamlık ve tazelik kazanır. Bu da varlığın iç yüzünü değiştirir. Bu nedenledir ki, sık sık “yeniden doğuş”la bağdaştırılır. (Sayfa 49)

Arılık varlığın bir niteliğidir. Bu nitelik bir varlığın ancak dış yüzeyinde belirgin olsa bile çok derinlerde bir şeyin açığa vurması olarak algılanır. Güzelliği ancak varlığın iç yüzünün bozulmasıyla yitirilebilir. (Sayfa 49)

Bazen su tek bir törenle hem arındırır hem de temizler. En belirgin örnek, ölü yıkamalarıdır. (Sayfa 50)

Destanlar yazılmadan, gelenek ve görenekler yazılı hukuka kaydedilmeden önce düşünce ve bellek, bütün sözlü anlatılarda birbirine kopmazcasına bağlıydılar; konuşan kişinin, düşünceyle konuşma arasındaki ayrımı göz önüne getirmesine hiçbir imkân yoktu. Ses, bellekte tutulmazdı, ne tortu ne çökelti bırakırdı. Tören bestesi, lir tellerin ahengiyle belirginleşmiş altı ölçülü dize ritmine uymalıydı. Alfabenin eğretilemesinden yoksun kalmış bilinç, hazinelerle dopdolu bir nehir şeklinde tasarlanmalıydı. (Sayfa 53-54)

Eflatun, MÖ dördüncü yüzyılın başında, alfabenin öğrencileri üzerindeki etkisinden kaygı duyardı. Sessiz, pasif metinlerin anılar ırmağını kurutacağını, öğrenenlerin ruhunda unutkanlığı filizlendireceğini düşünürdü. (Sayfa 55)

…kentin sürekli olarak yıkanması gerektiği fikri yenidir. İlk kez Aydınlanma Çağı’nda ortaya çıkar. Bu bitmek bilmez temizlemeye gösterilen başlıca neden, pislik ve çöplerin gözü rahatsız etmesi değil de yaydığı kötü kokular ve bu kokuların tehlikeleridir. Kent, birdenbire pis kokan bir alan olarak algılanır. Tarihte ilk kez kokusuz kent ütopyası belirir. (Sayfa 67)

Her oturma alanının kendine özgü bir kokusu vardır; geleneksel tıbba göre, başka bir mekânda yaşamak zorunda kalan insanlar, yeni kenti saran hava kendilerinde rahatsızlık ve tiksinti uyandırırsa sararıp solarlar. Konuk olmanın tadına varabilmenin ön koşulu, bir mekân ya da bir durumu saran havaya duyarlı olmaktır. Bir zamanlar burunla algılanabilen coğrafi çeşitliliği, günümüzde tasarlayabileceklerin sayısı pek azdır. Bugün bütün dünya aynı kokuyu salgılar hale geldi. (Sayfa 69)

On sekizinci yüzyılda, ölülerin havalarını kente dayatmaları artık katlanılmaz bir şey olmuştu. Artık ya kent dışına çıkarılıyorlar ya da hava geçirmez anıt mezarlara hapsediyorlardı. (…) Bu süreç içinde ölüler de değişti, “artık var olmayanın artıkları”ydılar. Bundan böyle mitosun değil, çağdaş tarihin özneleri olacaklardır. Canlılarla aynı alanı paylaşma hakkı ellerinden alınınca, “varlıkları” düşsel evrene ait bir şeye indirgendi; kutsal kalıntılarıysa istenildiği gibi kullanılan atıklardı artık. Batılı toplum ölülerine aldırmayan ilk toplumdur. (Safa 73)

Yüzyılın sonunda (19.yy), dışkılardan gelme mikropların, musluk suyu yoluyla yayılmasına sıkça rastlanır. Su dolaşım ağının, aynı zamanda mikropları bulaştırma ağı olduğu ortaya çıktı. Mühendisler, bir seçim yapmak zorunda kalmışlardı: Ya kısıtlı olanaklarını lağım sularını arıtmak için kullanacaklardı ya da kentleri suyla besleyen yollar temizlenecekti. Yirminci yüzyılın ilk yarısında suyun, tüm bu yöntemlerin giderek pahalılaşmasına karşın, filtreyle ve başta klor olmak üzere, kimyasal maddeler aracılığıyla mikroplardan arındırılmasıyla yetindiler. (Sayfa 91)

Yirminci yüzyılın imgeleminde su, içinde barındırdığı o yüce arılığını verme yeteneğini, manevi kirden arındırmaya yarayan o mistik gücünü yitirir. Artık teknik ve sınai bir temizlik maddesi, zehirli bir içecek ve deriyi yıpratan bir sıvıdır. (Sayfa 92)

Tarih boyunca su, daima arılık yayan bir madde olarak algılanmıştır. Şimdi ise yeni madde H2O’dur ve insanoğlunun hayatta kalabilmesi, H2O’nun arıtılmasına bağlıdır. H2O ve su birbirine zıt şeyler olmuşlardır. H2O çağdaş dönemin toplumsal bir yaratısıdır, teknik işletme gerektiren, zor bulunur bir zenginlik kaynağıdır. Düşlerin suyunun o yansıtma yeteneğini yitirmiş, müşahede altına alınmış, akışkan bir maddedir. (Sayfa 92)

Aktaran: Edebifikir

 

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir