İmbilim Ders Notları: Dile Dışarıdan Bir Bakış

1984 yılının baharında, Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde, öğrencilerinin gözünde ‘’müstesna’’ bir yeri olan Bilge Karasu, Mantık-II dersi verecektir. Fakat dersi ‘’bu yıl oldukça farklı işleyeceğini’’ söyler. Peki, nedir dersi o yıl farklı yapacak olan şey? ‘’Fark’’, derste imbilim yapılacak olmasıydı, diyor Bilge Karasu’nun kendi ölümüne sebep olacak hastalığı öğrendikten bir zaman sonra o yıla ait ders notlarını verdiği öğrencisi Cemal Güzel.

İmbilim; genel olarak işaretler bilimi, bildirişme amacıyla kullanılan her türlü im dizgesinin yapısını ve işleyişini inceleyen bilim, yorum bilim (…) ve daha birçok tanım… Fakat bizim asıl merak ettiğimiz imbilim derken Bilge Karasu’nun neyi ifade etmeye çalıştığı. Bunu bir hamlede söylemek zor belki ama “Bir üst-üst-dil düzeyinin aranışı olarak da görülebilir.” diyor Bilge Karasu imbilim için ve devam ediyor, “Bu düşünce, imbilimin, bir açıdan, dilbilimden sıyrılmasına olanak vermiştir. (Çünkü) dilbilimin en büyük inceleme birimi tümcedir. (Fakat) dilbilim tümcenin bittiği yerde biter. Tümcenin sonrası, yani bağlam, imbilimin alanına girer.”

İmbilimi kaba hatlarıyla tarif ettikten sonra biraz da dersin/kitabın içeriğine değinirsek belki önümüzdeki resim biraz daha netleşecektir.

Bilge Karasu kuralları olan bir “hoca”, ve dersin başında sıralıyor onları:

Kural-1) Her bildiğimizi, her okuduğumuzu, karşımızda konuşanın da bilmesi, okumuş olması gerekmez.

Kural-2) Her şeyi anlamak zorunda değiliz (her şeyi, bilmek okumak…).

Kural-3) Hiçbir düşünce her şeyi açıklayıp, her şeye çare bulduracak değildir.

Bu kurallardan niçin bahsettik? Bu ilkeler bize bir “imbilimci”nin,  insanın okuma, anlama ve düşünme sürecine nasıl bir gözle bakması gerektiğiyle ilgili birer yol gösterici olma niteliği taşıyor.

İmbilim “anlamın anlam” üzerine, “herhangi bir söylemin yarattığı ‘anlam” üzerine bir arayış… “Bu güç işi parça bölük bir gidişle yavaş-yavaş açıklamaya çalışacağız” dedikten sonra “Telefonda arkadaşım ‘Bir şey getireyim mi?’ diyor. Yanıtım, Yarım ay/ile/üç çeyrek güneş…” diyerek imbilimin alanının ne olduğunu hiç de zor gibi görünmeyen bir söyleyişle açıklayıveriyor öğrencilerine.

Fakat kitap/ders, “hocanın” da kendi ağzıyla belirttiği gibi, biraz “parça bölük” sahiden de. Okuyucunun zihninde net bir izlenim oluşturmaktan uzak, genel bazı noktalara değinip geçiyor yalnızca. Uzaktaki bir dağ sırasının görüntüsünü çizen ressamın soluk bir renkle onların sadece dış çizgilerini göstermesi gibi… Belki de “hocanın” istediği, orada (imbilimin ardında) büyük bir dağ olduğunu hissettirmektir. Öyleyse niçin o dağın net bir fotoğrafını vermiyor bize/öğrencilerine? “Hocanın” bunun için de bir cevabı var; “Eğer okur istediğini bulamıyorsa, onu araması gerekir.”

“Bir metne yaklaşırken her insanda şu durumlar vardır: İlginin var olup olmaması, olanakların var olup olmaması; bizim getirdiklerimizle getirmediklerimiz. Bu bizi okuma sorununa götürür. Başka başka okumalar, okumalar dünyasını oluşturur. Metinler arası bütünce (bütünce: bir dil olayını incelemek amacıyla araştırmacının derlediği sözlü ya da yazılı örnekler bütünü.) iki türlü anlaşılabilir: 1- Ortada olan metinlerin oluşturduğu bütün –bu oldukça somut bir bütündür. 2- her birimizin okuyarak oluşturduğu bütün.”

Yazar ne demek istiyor, okur ne anlıyor; işte imbilim bu “anlayış” üzerine bir anlamlandırma uğraşıdır demek istiyor Bilge Karasu ve Eco’nun Açık Metin kuramını hatırlatırcasına “Metinden bir şey almadan metne bir şeyler vermelidir. Metni kurmak –boş bırakılan yerleri doldurmak gerekir.” diyor kendi örnek okuruna.

Buraya kadar imbilimin ne olduğunu ve onun alanını genel hatlarıyla irdeledik. Fakat birkaç belirleyici hat daha çizmeye ihtiyaç var.

“İmbilim için gerçeklik bir veri değildir. Kaldı ki gerçekliğin veri olması da hiç açık değildir. İmbilim için veri, kurduğumuz bir gerçekliktir.(…) Söz öncesi bir takım anlamlar vardır. Örneğin düşlerimiz. Düşlerimiz anlamlıdır, söz öncesidirler. İmbilim sözel anlamın dışında da bir takım dizgeleri tanımaya çalışacaktır.”

Ve son birkaç şey;

“Okumak iki kişiyle oynanan bir oyuna çok benziyor. Bir anlatı metni, yazıldıktan beş bin yıl sonra da okunur. Böyle bir metinde artık yazar yoktur. Ortada metinle okur vardır.” diyen Bilge Karasu, “kendiliğindenliğin” ve “kaptırmanın” hazzını henüz yitirmemiş bütün okuyucuları kendi okuma süreçleri üzerine bir oyun/”okuma” yapmaya davet ediyor.

M. Topal

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir