
Necdet odasına girince acele soyundu. Pijamasını geçirerek balkona çıktı. Bol yıldızlı, tatlı rüzgârlı bir gece, bu didişmeler ihtiraslar içinde lîme lîme parçalanan beşeriyetin üzerine semavî bir âhenk, bir sükût örtmüştü. Dirseklerini parmaklığa dayayarak yine Bedriye’nin birkaç gün evvel söylediği sözleri düşündü: En büyük acı sevip de karşılık görmemek değil, sevip de karşılık görür gibi olduktan sonra aşkın paçavra edildiğine şâhit olmaktır. Bedriye, kendisinden çok daha bedbahtı; fakat… Necdet düşünüyordu ki Bedriye hiç olmazsa sevdiği ile bir müddet yaşamış, onun kolları arasında yatmıştır. Fakat… Bu saâdeti hiç mi tatmamak; yoksa tattıktan sonra yalan olduğunu anlamak ve kaybetmek mi daha ehven? Hangisi?
“Ne düşünürsem düşüneyim” dedi “Hepsi boş. Her muhâkemenin başında ve sonunda bir ‘fakat’ var. Yaz sıcaktır; fakat… Kış soğuktur; fakat… Hayat acıdır; fakat… Aşk tatlıdır; fakat… Fakatsız hiçbir şey yok.”
Necdet ‘ebedi fakat’ ın mânâsını düşünürken kendini bir hasır koltuğa bıraktı. Gözlerini kapadı. Farkına varmadan, oturduğu yerde uyuyakaldı. Uykunun bulutları şuurunu büsbütün kapladı, yarı ayıklık halinde, Eflatun’un bir sözü hâfızasına süründü, geçti:
“Beşeri meselelerin hiçbiri derin bir ciddiyete lâyık değildir; fakat…”
Kaynak: Kadıköyü’nün Romanı – Safiye Erol