Künye: Kültür ve Dil, Mehmet Kaplan, Dergâh Yayınları, 34. Baskı, İstanbul.
***
“Kültür” kelimesi edebiyat kelimesine nazaran daha geniş bir mana taşır. Edebiyat dışında ki bütün güzel sanatlar, resim, musiki, dans, heykel, mimari, ilh. Kültür sahasına girdiği gibi, güzel sanatların dışında insanoğlunun elinden çıkma eşya, yiyecek, içecek, elbise, silah, alet vesaire de kültür sahasına girerler. Böyle olmakla beraber, ben şahsen edebiyatı hemen hemen kültüre denk buluyorum. Denklik ayniyet demek değildir. Aynadaki hayal, kendisine akseden eşyaya benzer. Edebiyat, bu manada kültürün aynadaki aksine benzetilebilir. Bu demektir ki, kültür sahasında ne varsa, onların akislerini edebiyatta bulmak mümkündür. (Sayfa 11)
Medeniyet veya kültür değişmesi, toplumların hayatında çok çeşitli meseleler doğuruyor. Önce yüksek tabaka, idare eden sınıf, yabancı tesir altında kalıyor. Halk kitlesi genellikle eski yaşayış tarzını, örf ve adetlerini devam ettiriyor. Bunun neticesi olarak aydın tabaka halktan kopuyor. Halk, yabancı tesir altında kalan aydını, dinine, memleketine ihanet etmiş sayıyor. Aydın tabaka halkı, onun dinini, örf ve adetlerini beğenmiyor. Ona zorla, kendisinin değer verdiği kültür ve medeniyeti kabul ettirmeye kalkıyor. Bunun neticesinde, aydınlarla halk arasında gerginlikler, anlaşmazlıklar, çatışmalar oluyor. (Sayfa 29)
“Millî şuur” adı üstünde “şuur” demektir. Şuur ise bilmek, farkına varmak manasına gelir. Milletinin tarihini bilmeyen, kelimenin gerçek manası ile “milli şuur”a da sahip olamaz. Milletlerin tarihi tecrübeler uzviyette olduğu gibi irsiyet veya tohum vasıtasıyla nesilden nesle geçemez. Tarih hakkında bilgi, kültür yani öğrenme yoluyla elde edilir. Bir millet, çocuklarına tarihi öğretmezse, onlar kendiliklerinden bu bilgiyi edinemezler. Hatta buna ihtiyaç bile duymayabilirler. Milletlerin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi ve sorumluluk duygusu da hissetmezler. Böylelerin yabancı tesirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok kolaydır. (Sayfa 54)
Bugün büyük bir kısmı yıkılmış olan eski Türk medeniyetini gözümüzün önünde canlandırabilmemiz için, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi estetik zevke, hayal ve tasvir gücüne sahip sanatkârlara ihtiyaç vardır. Beş Şehir eski Türk işçiliğini belirten daha pek çok ince görüşle doludur. Abdülhak Şinasi Hisar’ın yazılarında da bu nevi tasvirlere rastlarız. Evliya Çelebi, bize eski Türk şehirlerini her cephesi ile anlatan büyük bir yazardır. Onun eserinin eksiksiz olarak bugünkü dile çevrilmesi ve Türkiye’ye gelen Avrupalı ressamların yaptıkları gravürlerle süslenmesi lazımdır. (Sayfa 68)
Konuşma ve yazının tecrübe çağına kadar düşünce faaliyetinin esası olması çok dikkate değer sonuçlar verdi. Eski Yunan kültürünün diyalektik vasıtasıyla doğduğu malumdur. Yunanlılar bu usulle hayret edilecek hakikatler bulmuşlardır. Bunun sebebini, yalnız usulde değil, bizzat dilin mahiyetinde de aramalıdır. Çünkü dil kendi içinde bazı hakikatleri ihtiva etmeseydi, hiçbir usul ondan bir zerre hakikat çıkaramazdı. İnsanın iç ve dış bütün hayat tecrübelerine refakat eden dil, adeta fizyolojik olarak, kelime ve cümlelerin içinde bu tecrübeleri teklif etmiştir. Bundan ötürü, yalnız dile dayanarak düşünen bir adam, dilde yüzyıllardan beri birikmiş olan bu tecrübeleri meydana çıkarmak, mukayese etmek ve birleştirmek suretiyle bazı hakikatlere erişebilir. Sokrat ve Eflatun bu suretle birçok derin mefhumlar elde etmeye muvaffak olmuşlardır. Bu usul bugün de günlük konuşmalarda, hatta birçok bilgi alanlarında tatbik olunur. Açık ve sistemli tecrübeye istinat etmeyen her düşünce faaliyeti, dilin içinde birikmiş olan müşterek ve dağınık beşeri tecrübeye dayanır. Bu usulün hakikati bulmak konusunda, pek de sağlam olmadığını tecrübî ilimler göstermiştir. (Sayfa 140)
Kültür dili tabirini, günlük konuşma ve ilim dili dışında geniş manada yazılı ve sözlü edebiyat dili karşılığı olarak kullanıyorum. Günlük konuşma dilinin başlıca özelliği, günlük ihtiyaçlara cevap vermesidir. İçine bazı unsurlar karışsa bile o ilmi ve edebi bir maksat gütmez. Sözlü halk edebiyatı, şekli ve muhtevası bakımından günlük dilden farklıdır. Bundan dolayı o kültür diline girer.
Okuma yazma bilmeyen nice halk hikâyecisi ve şairler vardır ki, günlük dili estetik bir maksatla kullanırlar ve böylece toprağı altın yaparlar. Halk kültürü ile beslenmiş bir köylünün dilinde onlar pırıl pırıl parlar. (Sayfa 166)
Bu millet, Tanzimat’tan sonra “hürriyet” kelimesine mukaddes bir mana vermiştir. Onu halkın kafasına yerleştirmek için yüzlerce şiir, makale, hikâye, hatta piyes yazılmıştır. Bu kelime telaffuz edilince herkesin kafasında ona bağlı fikirler, eserler, kahramanların hayali uyanmıştır.
Fakat Türkiye’de demokrasi başlarken biri çıkmış, bu zengin çağrışımlı kelimenin yerine uydurma “özgürlük” kelimesini icat etmiştir. Nasılsa, okul kitaplarında “hürriyet” kelimesi “özgürlük” ile değiştirilmiş, böylece yüzyıllık bir geleneği olan bir kavramın muhtevası boşaltılmış; çıplak, zıpçıktı, kendisinden başka sadece densizlerin hatırlatan bir teneke-kelime madalya diye yakalara asılmıştır. (Sayfa 202)