Heybetinden Sual Olunmaz!

https://youtu.be/IdlSv66x7QE

Her şey o elmanın düşmesiyle başladı…

Kadim dostum 3310,

Yanlış hatırlamıyorsam, yirmi birinci yüzyılın ilk senesiydi. Tüm gazete, televizyon ve radyo programları yeni bir teknolojik cihazın hayatımıza girişinden bahsetmişti, yani senden. Boy boy fotoğrafların gazetelerin manşetlerini süslüyor, operatör şirketleri senin reklamını yapmak için ülke sınırlarına girmeni bekliyordu. Günümüzdeki cihazların tanıtım videoları gibi bir videon yoktu fakat sen tanıtılmadan herkesin gönlünde taht kurmuştun bile. Bunu ablamın ilk telefon heyecanından biliyorum.

Hatırlıyorum, o vakitler “bir telefonda aranan özellikler” diye bir kaide yoktu. Arayabiliyor musun, evet; mesaj atabiliyor musun, evet. Eee, daha ne olsundu? Fakat sonra sen geldin… Ah, sen geldin… Söz konusu sen olduğunda işler birden değişmeye başladı. Gelişin, teknolojik bir çağı muştuluyordu adeta. Seninle birlikte hayatımıza resimli mesaj gönderebilme alışkanlığı iyice yerleşir oldu. Aynı mesajı birden fazla kişiye gönderebilmen, seni kullananlara kolaylıklar sağladı. (Toplu cuma ve bayram mesajlarını da sen açtın başımıza ama neyse…) Ekranındaki o parlak yeşil ışık, karanlıkta bize yol gösterici oldu. Ön kapak renginin değiştirilebilir olması elbise kombinlerinin vazgeçilmezi oldu. Ahh hele o tuşların! Tuşlarından beste yapmak… Senin sayende belki de binlerce bestekâr çıktı, biliyor musun?

Seni, sana anlatmak saygısızlık olur fakat senin bir ağırlığın vardı bir de ağırlığın… Evvela seni kullanmaya başlayanlar ağababalar oldu. Sana ulaşmak zordu, daha da güzelleşiyordun. Sonra o zamanın çalkantılı ekonomisinden faydalananlar da sana ulaşmıştı. Bir süre sonra kriz geldi ve herkesi cebinden vurdu ama sen o kriz zamanlarında bile arzulanıyordun. İki adım ileri bir adım geri diye diye piyasalar düzeldi de artık seni isteyenlere gün doğmuştu. Ülke serapa sana boyandı bir ara.

Bir de ağırlığın vardı dedim ya hani; işte o ağırlık ise heybetinin ağırlığı. Sen neydin be mübarek! Duyduğuma göre seni kullanarak ceviz kıranlar olmuş. Seni kullanmayanlar bilmez, senden darbe yemeyenler hiç bilmez… Unutmuyorum, bir gün haberlerde senin için “güçlü bir yaralama” manşetleri atılmıştı. Ve yine unutmuyorum ki, babamın seni, bana bir kuğu gibi fırlatışını… O mevzuya girmeyelim… Her neyse… Heybetinden sual olunmazdı senin. Sen zarar görme diye birçok kılıflar çekildi kemerlere fakat seninle nice duvarlar, avizeler, televizyonlar, dolaplar zarar gördü. İşte senin ağırlığın buydu dostum! Şimdi belki tevazu gösterip, “İyi de bu saydıkların zaten kırılabilir şeyler. Heybetimden değil.” diyeceksin. Fakat ben senin sağlamlığını yıllar sonra bir kere daha gördüm ve inandım. Bundan 6 yıl önce seni bir masaya yatırıp samuray kılıcı Katana ile test denemesi yaptı bir grup ahmak. Sana bir şeyler olacak diye biraz korku lâkin biraz da güven ve gururla izledim. Çünkü bunun da üstesinden geleceğini biliyordum. Birkaç denemeden sonra beni haklı çıkardın. O çelikten dökülme samuray kılıcı, sana boyun eğdi, köreldi, kendinden geçti. İşte dedim, sustum; gurur ve özlemle.

Mektubumun başında dedim ya, her şey o elmanın düşmesiyle başladı. Heh, işte gelelim o meseleye… Bir hikâye gibi elmanın düşüşü anlatılır: “Gökten 3 elma düşmüş. Biri Âdem’e, biri Newton’a, sonuncusu da Steve Jobs’a nasip oldu.”

Senin hükümranlığının 7. veya 8. yılıydı, tam hatırlamıyorum, ortalığı kasıp kavuran, herkesin sana beslediği duyguları birden üzerine çeken bir elma düştü yeryüzüne. Birden dediğime bakma, senin kuruluşundan tam 111 yıl sonra, yani 1976’da o elma düşmüştü zaten fakat 2007-2008 yıllarında çok farklı bir durum oldu. Hayatımıza birden “akıllı” telefon kavramı girdi. Telefon sektöründe büyük bir değişimin olduğu konuşuldu. Sen, “Connecting people” derken o, “Bu daha başlangıç” ve “Telefonu yeniden icat ediyoruz” gibi şeyler söyleyip insanların kafasını karıştırıyorlardı. Seni hedef alarak, “Tuşlarınızdan kurtulun, tek tuşla hayata tutunun” gibi söylemler bizleri şaşırtmıştı. Nasıl olurdu da tek tuşla telefonu kullanacaktık! Sonra gördük ki, dokunmatik diye bir ekran icat etmişler, herkesi cezbetmişler.

Günler haftaları, aylar yılları kovaladı. Elma, her geçen gün milyonlarca insanın kafasına düştü. (Beni mazur gör dostum, benim başıma iki kez düşmüş oldu…) 22 yıl önce çıkan bir telefon için, “arayıp mesaj atıyor ya, kâfi” cümlesi yerini, bugünlerde “yalnızca kuş sütü eksik” cümlesine bıraktı. Seninle ceviz, soğan kırıp, yemek hazırlayan nesil, şimdilerde torunun olarak gördükleri telefondan yemek ısmarlar oldu. Artık kimsenin eli cevizden kararmıyor, kokmuyor. Fakat değişmeyen bir şey daha var ki sana dair, o da şu: Seni artık tarihin bir sembolü olarak görenler bile -seni hiç kullanma şerefine nail olmadıysa, başka- ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, sana ulaşmayı hep dillendirip durdu. Bir anıdan fazlasısın. Sen çoğu insan için elma değil, kızıl elmasın. Her ne kadar çağın getirdiği kolaylıklardan, yeniliklerden uzak kalmış olsan da geri dönülen ilk dostsun. Nasıl mı? Kendimden de bilirim ki, insan bazen elindeki tüm şeyleri bir kenara atıp sadece seni, yani 3310’u alıp köşesine çekilmeyi düşünür. Teknolojinin getirdiği kolaylıklardan, hayatın keşmekeşliğinden, İnstagram’daki şatafatlı hayattan, Tivitır’daki devlet yıkıp devlet kuran tivitlerden, Yuutub’taki reklamlardan, Feysbuk’taki +60 yaş dayı ve teyzelerin paylaşımlarından, Vatsap’taki cuma mesajlarından kaçmak isteyince insan, hemen akla geliyorsun, ben buna inanıyorum. Ama artık çark böyle dönmüyor be dostum. Sadece inanmak ve düşünülmekle kalıyorsun.

Günümüz teknolojinin yapı taşı, çoğu telefonun ilham kaynağı olan dostum,

Mektubumu biraz uzattım, o ponçik ekranında tamamı görünmeyebilir fakat görmeden de beni anlayacağını biliyorum. Zaten bir moda oldun gidiyorsun bu aralar, herkesin dilindesin, benim gönlümde. Bu arada, ben sana bu mektubu yazana kadar torunun, teknolojinin getirdiği hız imkânıyla hemencecik yazmış bir şeyler. Sen onun dediklerine pek aldırma. Herkesin sana dönme isteği onun korku duygularını sürekli kamçılıyor. Senin karşında durabilecek güç de yok onda, çünkü şarjı bir gün bile zor dayanıyor. Hadsizlik etmiş, affet. Her neyse, bir gün seninle mutlaka buluşacağız, hissediyorum. O gün geldiğinde bana bir şey hatırlatmanı istiyorum. Rica etsem anımsatıcılarına ekler misin, aklımda bir beste var onu denemem lâzım.

Adem Suvağcı

3310’a Mektup
Hepimiz Senin Kılıfından Çıktık

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir