Kafka ve Cioran’a Mektup

İnsanoğlunun onulmaz yaralarından biri de muhatap arayışıdır. Bence birçok insan, ilk cümleyi kuramadığı ya da hitap edecek birini bulamadığı için yazmaktan vazgeçmiş ve içindeki cevheri köreltmiştir. Şimdi, aynı sayfaya iki mektup yazarak bu ihtiyacımı giderme telaşesi içerisindeyim. Üstelik ikisi de ölmüş. Yani bana itiraz etme, övgü ya da sövgü gibi bir ihtimalleri yok.

Kafka, sanıldığı gibi sana karşı herhangi bir ünsiyet beslediğim yok. Aramızdaki müşterek noktalar insanları böyle bir zanna itmiş olabilir. İkimiz de mızmız, ikimiz de huysuz, ikimiz de huzursuzuz. Hem söyler misin Allah aşkına Kafka, sekiz kişinin servetinin üç buçuk milyar insanın mal varlığından daha fazla olduğu bir dünyada nasıl huzurlu olabiliriz ki?

İnsanın iki dünyası var Kafka. İlki, yaşadığı, hayatını idame ettirmeye çalıştığı dünya. İkincisi ise, kafasının içinde kurduğu muhayyel dünya. Bu ikisinin arasındaki uçurum ne kadar büyükse, huzursuzluğu da o kadar büyüyor insanın. İtiraf etmeliyim ki yaşamak istediğim dünya ile yaşamaya maruz kaldığım dünya arasındaki fark beni boğuyor. Aslına bakarsak her insan, içinde böyle bir ikilemi yaşar. Bazıları kendiyle savaşmaya hazır değildirler ve çabucak pes edip hâlihazırdaki dünyaya ayak uydurarak yani herkesleşerek normal hayatını sürdürüp giderler. Nadiren de olsa bazı insanlar kafalarındaki ideal dünyayı pratiğe geçirme dirayeti göstermiş ve huzurlu bir şekilde yaşamış hatta yaşatmışlardır. Üçüncü bir sınıf var ki en bedbaht olanlar onlardır. Ne yaşadıkları dünyayı kabullenmişler ne de kafasındaki dünyayı kurabilmişlerdir. Bu tipler büyük hafakanlar sonucu ya intihar etmiş ya da çıldırmışlardır. Henüz ben ne intihar edebildim ne de çıldırdım. Üstelik ben bazıları gibi bir Müslümanın aklından intiharı geçirmesini saçma bulmuyorum. Aksine ömründe bir kez olsun ölümle hayat arasında bir gel-git yaşamayan insanlara taaccüp ediyorum.

Kafka, benim de otuz yaşıma kadar güzel bir dünya kurma hayallerim vardı. Kendi çağımızı kaybettiğimizi, yenildiğimizi kabullenmiş ve bütün derdim bizden sonra gelecek nesillere sağlam temeller atmaktı. Otuzumdan sonra bu hayalimi gerçekleştirmeye gücümün yetmeyeceği kanaatine vardım. Fiilen geri çekilsem de zihnen en uç noktalarda gezinmeye devam ettim. Belki sana çok romantik ve ütopik gelecek ama böyle.

Bana göre en etkili direniş pasif direniştir. Dünya üzerindeki bütün insanlar çalışmayı bırakarak patronları, alış-veriş yapmayı bırakarak büyük AVM sahiplerini dize getirmeli. Sosyal medya hesaplarını askıya alarak, televizyon seyretmeyerek, gazete okumayarak insan zihnini dumura uğratan şeylerden kaçınmalı. Siyasetin pisliğini zerre kadar üzerine bulaştırmamalı. Dünyada ne olup bittiğine dair yalan yanlış haberlerden arınmalı ve kendi içine yönelerek hakikî haberleri alıp idrâk edecek bir dereceye gelene dek bu tutumumdan vazgeçmemeli. Umulur ki bu durum zengin-fakir, patron-işçi, amir ve memurun eşit seviyeye gelmesine vesile olur. Eğer böyle bir şeyde muvaffak olamasak bile en azından dünya üzerinde büyük bir krize sebep oluruz. Belki de üçüncü dünya savaşının çıkmasının müsebbibi olarak ömrümüzde bir kez olsun dişe dokunur bir işe imza atarız. Kancık bir savaşın olduğu dünyada elbette “En kötü barış, en iyi savaştan daha iyidir“ diye zırvalayanlara kulak asacak değilim.

Kafka, senin “Dönüşüm” adlı eserini niçin yazdığına da bir türlü akıl erdirebilmiş değilim. Kimin seni anlayacağını düşünerek böyle bir şeyi kaleme aldın acaba? Ömründe bir kez olsun uyandığında kendini gerçekten bir böceğe dönüştüğünü hissetmeyen insan senin saçmaladığını düşünecek ya da senin büyük bir karamsar ve bedbin bir adam olduğuna karar verecektir. Bir kitabı daha okumuş olmanın şehvetiyle böbürlenip bir daha eline hiç almamak üzere kütüphanesine yerleştirecektir. Peki, başka? Muhtemelen bir de şu olacaktır: Kapitalizm ve sistemin eleştirildiği bir yerde kitabından söz açıldığında, “O kitabı ben de okudum. Bakma durduğum yere, bulunduğum pozisyona aslında ben de sisteme karşıyım” pozu verecektir.

Üç yıl boyunca hiçbir işte dikiş tutturamadım. Girdiğim her işten kovuluyor ya da bir ay sonra kendi isteğimle ayrılıyordum. İşsiz kaldığım her gün, her sabah kendimi bir böcek gibi hissettim, hissettirildim. İşsiz kaldığım her gün sırtımda o elmayı taşıdım. Tam bu halime alışmaya çalışırken yeni bir işe başladım ve işler daha da beter bir hâl aldı. Sokakta karşılaşıp ayaküstü konuştuğum ya da telefonda iletişime geçtiğim tanıdıklar beni tebrik ediyorlar, nasihat yüklü sözlerini üzerime boca ediyorlardı. Çalışmamam, etrafımdaki insanları da rahatsız ediyordu. Çünkü onlarla aramda bir fark vardı ve ben işe başladığımda o fark kapanmıştı. Onlara benzemeye başlamıştım. Onlara göre aklın yolu birdi. Bu dünya çalışma yeriydi. Aylak aylak gezerek elime ne geçecekti? Şimdi çalıştığım yerde ise patronla bir tek hukukumuz var: Onun işçiye, benim de işe ihtiyacım var ve birbirimize katlanıyoruz.

Kafka, insanın insanı anlayabileceğine dair umudum günden güne tükeniyor. Yirmi yıl boyunca makinelerle haşir-neşir olmuş, o demir yığınlarının kulaklarının işitme, gözlerinin görme zevkini bozmuş, âdeta aklı ve ruhu da makineleşmiş bir adamın huzursuzluğunu, bir devlet memurunun anlamasını beklemek hem abesle iştigal hem de haksızlıktır. Ya da bir makine operatörü yerin bilmem kaç metre altında, kömür madeninde çalışan bir insanın ruh hâline ne kadar vâkıf olabilir? Misalleri çoğaltmak elbette mümkün… Sözü uzatmak anlaşılmamaya şifa olmayacak. Sadece insanın insanla arasındaki makası açacaktır.

Mektubunum başında sana karşı bir ünsiyetimin olmadığını yazmıştım lâkin yazdıkça içimde bir yakınlık peydâ oldu. Sanıldığı gibi bütün kitaplarını okumuş değilim. Üç aydır Şato ve Amerika adlı eserlerin kitaplığımda duruyorlar. Böyle bir zanna kapılanları yalancı çıkartmamak için bu iki kitabı en yakında zamanda okuyacağım. Kendim için ise Hikâyeler‘ini ve de Şule Yayınları’ndan neşredilen Aforizmalar‘ını okumayı düşünüyorum. Ya nasip!

Kafka, senin sırf mektup yazmak için âşık olduğunu iddia edenler de var. Ben böyle bir duruma küçücük bir ihtimal bile vermiyorum. Özellikle Babaya Mektup adlı eserini okuduktan sonra bunun saçma bir şey olduğunu düşündüm. Senin bütün yapıp ettiklerin hayata bir el uzatmaktı. Belki de sadece önemsenmek istedin. Bir kadının onayını almak seni mutlu edecekti. Fark edilmemek ise çıldırtabilirdi. Sen de benim uzun bir süre yaptığım gibi şekillerde, sûretlerde takılıp kaldın. Onlarla oyalanıp durdun. Ben hayatın irili ufaklı kerametlerle geçtiğine ve en büyük kerametin insanın kendisini teselli etmek olduğuna inandım. Teselli olmasaydık ortadan ikiye yarılırdık. Belki de kendimi bu şekilde avutarak çıldırmamı erteliyorum. Peki, ya sen? Sen nasıl çıldırmadan, intihar etmeden bir ömür yaşadın? Sanırım Cioran haklı: “Almanlar’ın tahammülü sınır tanımaz; çılgınlıkta dahi: Nietzsche kendininkine on bir yıl dayandı. Holderlin ise kırk” senin de kanında bir Alman tahammülü vardı muhakkak.

***

Cioran, sana mektup yazacağımı ya da kitaplarını okuyacağımı on yıl önce birisi söyleseydi hiç şüphesiz onu tepelerdim. Ama hayat bizi sürekli değişime zorluyor. Sana karşı bir ünsiyet beslemem söz konusu olamaz elbette. Aksine hiç hazzetmedim senden. Senin çakma bir filozof olduğuna dair laflar geveledim. Tâ ki Gözyaşları ve Azizleradlı eserini okuyana dek. Bilmiyorum, belki de seni kıskandım, sana haset ettim. Sen ki, “Burukluk adlı bir kitap yazdım. İçinde küstahça şeyler var.” diyebilme cesaretini göstermişsin.  Bir sabah uyandığımda Edebifikir editörün arayıp “Bugüne kadar yazdıklarımın hepsi çöptü. Hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Senden yazılarımı siteden kaldırmanı istirham ediyorum” dediğim, diyebildiğim gün gerçek Celâl Kuru olacağım.

Seni sevmememin başlıca sebeplerinden biri de Kafka ve beni acımasızca tarif etmendi: “Modern olmak: Devasızlık içinde şunun bunun ucundan tutmaktır.” Seni okuduğum için bir pişmanlık duymuyorum. Kafka kadar kesin olmasa da seni de okumaya devam edebilirim.  Yazdıklarımda da değişikliğe gitmeyi pek düşünüyorum. Düşünenleri de yadırgamıyorum. Kendi pencerelerinden baktıklarında haklı yönleri var ama şunu ıskalıyorlar: Herkes aynı şeyi okursa, aynı minvalde yazarsa herhangi birinin varlığından söz edebilir miyiz?

“Kelimelerin kifayetsizliği sizin de kalbinizi yormuyor mu?” sorusuyla avâre gezdiğim günlerde yine karşıma dikilmiştin. “Her kelime canımı yakıyor. Hâlbuki çiçeklerin ölüm üzerine gevezelik edişini duymak ne tatlı olurdu!”  Sen her şeyde olduğu gibi umutsuzlukla da benden bir derece üsteydin. “Eğer son bir kuruntuyu muhafaza etmeseydi, Ömer Hayyam’a, onun cevapsız hüzünlerine gönülden kefil olurdum; fakat şaraba hâlâ inanıyordu.”

Sana bir şeyler anlatmak istemiyorum. O yüzden sana, senin sözlerinle seslendim. Bu da bir nevi ortak noktalarımızı aramaktı. Aslında artık kimseye bir şey anlatmak istemiyorum. Yeterince insanları meşgul ettim.  Kafka’da da kotamı doldurdum ve sanırım bu son olacak. Belki ileride bu sözlerimi tekzip edebilirim. Kendime dair hiçbir şeye güveniyorum çünkü. Ben ki “Sığınmak fıtrîdir” demiştim. Oysa bugünlerde ne sığınmak ne de liman olmak istiyorum. “İnsan insanın ağusunu (zehrini) alır” sözüne itimat eder ve mütemadiyen herkesi dinler, herkesle konuşurdum. Şimdi bakıyorum da insan insanı zehirliyor sadece.

Kafka ve kendimde merak ettiğimi sende de merak ediyorum: Acaba bu çağda çıldırmadan veya intihar etmeden bir insan hayatını nasıl nihayete erdirir? Cevabı yine sen vereceksin anlaşılan: “Hepimiz soytarıyız: sorunlarımızdan sonra da hayatta kalırız.”

 

Celal Kuru

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • mücahit emin türk , 27/01/2017

    devrimci yazılar, devrimci… bekliyoruz.

  • a.b , 23/01/2017

    Simdi mesela kafamda türlü muhalif kelimeler savrulurken ucundan tutupta bir tanesini cümle haline getiremiyorum. Vazgeçiyorum. Herkesleşiyorum. Aferin bana. Ohh miss…

a.b için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir