meşhur yazar, türkolog ve editör davut bayraklı’nın yazılarından bildiğiniz gibi yazarların çeşitli alışkanlıkları, mutad hâline gelmiş yazma pratikleri, bir bakıma kondisyon ve konsantrasyon temin edici ameliyeleri mevcuttur. peki, yazarların bu tür alışkanlıklarını bulup çıkaran davut bayraklı ne tür bir disipline sahiptir? yazılarını nasıl yazar? gündelik hayatını nasıl geçirir? bu kadar çalışkan bir yazar olarak enerjisini ve kondisyonunu nasıl korur? evet, bu soruları okuyunca tahmin ediyorum heyecanlandınız. 15 milyonu mütecaviz bir metropolde, davut bayraklı olarak nasıl disiplinli yaşanır ve eserler ortaya konur? bunu öğrenmek, siz de onun gibi olmak istediniz zannımca. merak buyurmayın, hemen size cevabı vereyim: davut bayraklı’nın disiplini diye bir şey yoktur. hatta bunu şaka cümlesi olarak kullanabilirsiniz: “vay, davut bayraklı gibi disiplinlisin demek!” diye arkadaşlarınıza takılabilirsiniz. “davut bayraklı disiplini”, efendim nasıl söyleyeyim, “sıcak buz” gibi bir şeydir. yanlış anlaşılmasın, istihza etmiyorum yahut tenkit de etmiyorum. davut bayraklı, bizim davut ağabeyimiz, bu hâliyle güzeldir. eğer onda disiplin görsek kendimizi kötü hissederiz. hem kendisinin tadı tuzu kaçar, disiplinli olmak ondaki yazma hassalarını öldürür. o böyle güzeldir.
evet, davut bayraklı’nın hayatından belki “kişisel gelişimci” edasıyla anekdotlar aktarmak mümkün değildir ama yine de onun hayatından öğrenmek isteyeceğiniz birçok şey vardır. ben yazayım da ders alıp almamak size kalmış.
*davut bayraklı, hatıralara düşkündür. her bakımdan düşkündür. hem hatıra dinlemeyi hem hatıra anlatmayı sever. hatırat kitapları okumaya da düşkündür. durmadan hatırat kitapları okur. bunlardan çokça beslenir, konferanslarında ve sohbetlerinde pek güzel bir şekilde kullanır. yazılarında bunlardan tam manasıyla istifade edebilir mi? rahat rahat, sansürsüz yazmak mümkün olmadığı için elbette bu mümkün değildir. ama bütün bunlar sulhi ceylân’a göre birer bahaneden ibarettir.
*davut bayraklı unutkândır. aslında unutkân değildir, zihni dağınıktır. zihin dağınıklığı zaman zaman bazı şeyleri unutmasına veya geç hatırlamasına neden olur. aslında zihin dağınıklığı veya unutmalar davut bayraklı’da bir kusur değil, bir tür şifadır. size bunu anlatmam nasıl mümkün olabilir bilmiyorum. bir teşebbüs edelim: davut ağabey, bir nevi kendi gönlünü koruyabilmek için dış dünya ile iç dünyası arasına hayli geniş bir tampon bölge oluşturmuştur. o tampon bölge hayli karmaşık, karmaşıktan da öte çingene pazarından farksızdır. işte unutkanlıklar, zihin dağınıklıkları veya savruklukları aslında bu tampon bölgeye aittir. iç dünya dediğim saha ise çok berrak, arı durudur. orası devamlı bir rabıta hâlinde mahfuzdur. hatıraya düşkünlük de bu rabıta hâliyle alâkalıdır. hatıralar gönlünü o kadar yormuştur ki topu topu bir tanecik darbe gördüğü hâlde mahmut şevket paşa diktatörlüğünden beri bütün despotluklara şahit olmuş kadim zamanların umur sahibi adamlarından biri gibi hissedersiniz onu. sanki biraz sonra, enver paşa’nın bıyığını prusya usulü burmak için mısır çarşısı’ndaki hangi attardan badem yağı vs. aldırttığını anlatacak gibi bakar çay meclislerinde. işte sözünü ettiğimiz bu keskin hâli ve iç dünyayı muhafaza etmek için tampon bölgedeki unutkanlıklar bir şifadır. anladınız mı? ben anladım!
*davut bayraklı, bu fakir gibi lügatlere düşkündür. iki lügât düşkünü bir araya gelince birbirimizi daha da şevke getirmişizdir. davut bayraklı’nın bu lügat sevgisinin tuhaf tezahürleri de vardır: meselâ bir tane argo lügatiyle yetinmez, ne kadar argo lügati varsa toplar. bunları sık sık okur, yeni küfürler öğrenir ve bunları gündelik hayatında kullanır. küfretmenin estetik ve sevimli bir üslûbunu görmek isteyen davut bayraklı’ya baksın. evet, kıraatınızda bir kılçıklık, kırıklık yok efendim, doğru okudunuz: davut bayraklı, kendine mahsus bir küfür üslûbu geliştirmiştir. davut bayraklı’nın argoculuğu ise, ibnülemin mahmud kemal bey’in argoculuğu ile kafa tokuşturur, o derece ileri merhalededir. daha ilave söze hacet yok, söz uzarsa bu bahis müstakil bir yazı hudutlarına varır. davut bayraklı’nın oflu olduğunu, rize’de mahallî matbuatın, gazeteciliğin içinde bulunduğunu söyleyeyim gerisini siz anlayın. karşılaşırsanız davut bayraklı ile nihat mete’yi biraz anlatır mısınız deyin, o ne anlatacağını bilir.
*davut bayraklı, kendisiyle tanıştığım sıralarda akademi günlerinden kalma yazı alışkanlıklarıyla mücehhezdi. kendisinden 700 kelimelik bir yazı yazması istendiğinde 600 kelimeyi yakıyor ama hâlâ yazının giriş bölümünü tamamlayamıyordu. kendisi bu durumu: “ya hu, ben bugüne kadar hiç böyle yazmamıştım, benim yazabilmem için bismillah demem bin kelime olması lâzım” diyordu. ama kitaplara olan açlığı, yeni yazma yollarına merakı ve yazmaya olan iptilası sebebiyle kısa zamanda envai çeşit metni kaleminden silkeleyip silkeleyip önümüze koymaya başladı. fakat akademi günlerinden kalma not alma, fişleme tekniklerini hiçbir zaman bırakamadı. bugün bile hâlâ kitapları fişleme yoluna gider, “ben fişlemeden yazamam arkadaş” diye bu alışkanlığını savunur. artık akademisyenlerin bile fişleme usulünü terk ettiği günlerde davut ağabeyin bu tavrı, sizde onun eski zamanlarda kalmış bir adam olduğu intibaı vermesin, kesinlikle yanlış olur böyle düşünmek. en yeni teknolojileri kullanır, hatta bilgisayar ile konuşan ilk insan odur, anlatacağım ileride!
*davut bayraklı ile tanıştığımızda güzel bir müslümandı. biz bozduk onu, daha çok mükerrem mete bozmuştur; her şeyin fetvasını bulmayı davut ağabey’e o öğretmiştir. hâlbuki davut ağabey tanıştığımız sıralarda delalü’l hayrat okur, sık sık necip fazıl kısakürek’in mezarını ziyaret ederdi. hüsnüzan ehliydi. hace ahmet yesevi (k.s.) dergâhının tozu üzerindeydi daha. bekârdı. istanbul’da çok kalmamıştı, metropol acemisiydi. gençti, saçlarındaki ak sayısı azdı. kadıköy’den ömründe belki bir iki defa geçmişti. onu kadıköy’ün havası, istanbul’un suyu, en çok da mükerrem mete’nin arkadaşlığı ve komşuluğu bozmuştur kanaatindeyim. yoksa müfrit bir trabzonsporlu olması dışında göze batan bir kusuru yoktu. hiçbir zaman futbolun bâtıl bir eğlenme, eğleşme vasıtası olduğunu kabul edemedi. hatta bu fakire “ts club” diye bir yerden, sırf propaganda olsun diye kıyafet aldı, allah affetsin, ne diyeyim!
* davut bayraklı teknolojinin dilinden çok iyi anlar. klavye ile güreşir, bilgisayar ekranını havaya atabilir. hatta zaman zaman bilgisayar kasasına küfrederek onunla konuşmaya, onu iknaya çalışır. benim şahit olduğum en ilginç hadise ise bilgisayar kasasına gösterdiği çok ince bir jesttir. yanlış okumadınız, evet, bilgisayar kasasına iltifat, jest kabilinden bir davranış sergilemiştir davut ağabey. elbette bunu tek başına yapmadı. bir defasında ofise girdiğimde onur demirbaş ile birlikte davut ağabeyin birer ucundan tuttukları masayı bilgisayar kasasının üstünden geçirmeye çalıştıklarını gördüm. aramızda şöyle bir diyalog geçti:
– n’apıyorsunuz siz?
– onur’un yeriyle benim yeri değiştiriyoruz.
– iyi de masayı niye üzerinden geçiriyorsunuz, bilgisayar kasasını öbür tarafa itekleyiverin!
-…
bir müddet şaşkınlık yaşayıp kahkayı bastılar. haklı olarak davut ağabey, onur’u suçladı:
– haydi ben karadenizliyim, sen niye bana uyuyorsun birader?
* davut bayraklı’nın teknolojiyle arası gayet iyidir, ama bu vasfının kendisiyle alâkası yoktur. teknolojinin kurdu bir kardeşi vardır, onun sayesinde bu işlerini yürütür. yoksa kendisine kalsa teknoloji yüzünden cinayet işlemesi bile bahis konusu olabilir. eğer davut bayraklı’yı telefonda öfkeli bir şekilde konuştuğunu görürseniz üç ihtimal vardır:
1) siyasî bir konuda bir arkadaşını ikna etmeye uğraşıyordur.
2) çağrı merkezinden arayan kızın zekâ seviyesini zorluyordur.
3) çağrı merkezinin otomatına sevgisini ve çeşitli dileklerini arz ediyordur.
bizim davut ağabeyin teknolojik vasıtalara muhabbet o kadar kavidir ki cep telefonunu “vurmatik” usullerle kullanmayı keşfetmiştir. bu fakir, davut ağabeyin bu muhabbetini bildiğimden onun gözünün bozulduğunu anlayamadım. diyecekseniz ki “davut ağabeyin gözünün bozulduğunu anlamak sana mı düşer, adam kendisi anlar bunu zaten?” evet, bu itirazınız da haklı gibi görünüyorsunuz ama ben davut bayraklı ile ev arkadaşlığı yapmış birisi olarak sorunuzun çok mantıksız olduğunu söylemeliyim. size şu kadarını söyleyeyim: sabahları kalkıp işe gitme hazırlığı yaparken davut ağabeye en son ne zaman su içtiğini sorup su içmesi gerektiğini hatırlatırdım. “bir insan su içmeyi unutur mu? siz de yazarın hayatını efsaneleştirip mübalağa ediyorsunuz yahu?” diye itiraz eden olabilir. davut ağabeyin kazakistan günleri hakkında malumât sahibi olana kadar ben de sizin gibi düşünüyor, davut ağabeyin su içmeyi unutabileceğini kabul edemiyordum. fakat davut ağabeyin kazakistan bulunduğu her yıl için kazak hükümetinden 600 tenge tazminat aldığını öğrenince benim nazarımda mesele açıklığa kavuşmaya başladı. baykonur uzay üssü’ne 1000 kilometre yakınlıkta oturdukları için hükümet davut ağabey’e tazminat ödüyormuş meğer. nükleer deneylerin tesirinde kalan davut ağabeyin ayrıca bir de karadenizli oluşu, onun şahsiyetinde zuhur eden fevkaladeliklerin elbette makul bir izahıdır.
* davut bayraklı’nın inşaatlarda harç taşıyan bir ameleyken nasıl önemli bir editör ve şöhretli bir yazar olduğunu hiç düşündünüz mü? bendeniz bunu hep düşünmüşümdür. davut bayraklı, gençlik yıllarında inşaat ustası olan babasıyla türkiye’nin çeşitli yerlerinde çalışmış, inşaatlarda amelelik yapmış, harç taşımış, kum elemiş, tuğla taşımıştır. geceleri babasından ve arkadaşlarından ayrılıp kendi köşesinde cemil meriç kıraat eden bu ilginç amele, muhtemelen ileride meşhur bir yazar, bir editör olacağını hiç düşünmüyordu. davut bayraklı, birçok hayat tecrübesi ile mücehhez biridir. evet, gençliğinde çok okuyan, kahvede ocakçılık ve inşaatta amelelik yaparken elbette meşhur bir yazar olacağını bilemezdi. ama zannetmeyin ki o günlerdeki gayretli okurluğuna borçludur yazarlığını. evet, açıklıyorum davut ağabeyin bugün nasıl şöhret olduğunu: davut bayraklı, süleyman demirel’in manevi torunudur! elde ettiği ikbal ve şöhret de bu yüzdendir! başta davut ağabey olmak herkes, hükmüme itiraz edecektir. ama istikbaldeki edebiyat tarihçilerine sesleniyorum: lütfen bu iddiamı dikkate alınız! evet, iddiamı biraz vazıh hâle getireyim efendim: şimdi bu fakir, davut bayraklı’nın yakınında bulunduğum için onun birçok hâline ve birçok konudaki tanışıklıklarına şahit oldum veya bir şekilde vâkıf oldum. bendenizin arşivinde davut bayraklı’ya ait pek çok fotoğraf, e-mektup ve ses kaydı vardır, tasnif edilmeyi bekleyen bu yekûn içerisinde sunabileceğim deliller de vardır. ama davut bayraklı bunları inkâr edecektir, şimdiden söyleyeyim: davut ağabey, maalesef rize’de bulunduğu sıralarda bir siyasetçinin televizyonunda da çalışmıştır, o yüzden ses kayıtlarının montaj olduğunu iddia edebilir, kanmayalım lütfen.
gelelim, süleyman demirel’in manevi torunu olması meselesine. efendim, davut ağabey çalkantılı siyasî, edebî ve amelelik hayatında birçok renkli hatıraya sahip olmuş, mühim mevkileri işgal eden zevatla tanışmıştır. daha kısa pantolon ile sokakta oyun oynadığı bandırma’daki günlerde devrimci nitelikte birçok eylem gerçekleştirmiştir ki şu hadise pek nüktelidir: bizim davut ağabey, 4-5 yaşlarında oyun düşkünü, avare bir çocukken akşamın bastırmasını fark edemez, evini yolunu bulamazmış. ara sokakların hepsinin bağlandığı, düzayak varılacak en kolay yer yakındaki bir meydan ve bu meydandaki mâlum büstmüş. davut ağabey, naçâr bir şekilde meydana varır, büstün üstüne çıkar, paşa hazretlerinin omuzlarından bacaklarını sarkıtırmış. tabiî, 12 eylül darbesinin olduğunu, sıkıyönetim ilan edildiğini ne bilsin garip! hemen polis gelir, ekip otosuyla eve götürürmüş bizimkini. tabiî, davut bayraklı yol etmiş bunu. oyunun şehvetine kapılıp akşam eder de evin yolunu şaşırsa meydana gider malûm tahtına kurulurmuş. elbette hemen polisler pürtelaş bizimkini gelip indirir, evine götürürmüş. bir değil, iki değil… bizim polis de pimpiriklenmiş. hemen davut ağabeyin pederini içeri alıp bir güzel sorgulamışlar, “sen mi bu çocuğu öğretileyip büste gönderiyorsun?” diye sigaya çekmişler. işte bizim davut bayraklı’nın süleyman demirel’e manevî torun olduğu renkli hayatı böyle başlar. daha sonra kazakistan’a da gitmesine vesile olacak bir zatla tanışır. bu zat, süleyman demirel’le olan münasebetini anlatırken “bana manevî oğlum derdi” diye bir söz zikdermiş. davut ağabey, kazakistan’a gitmesine vesile olan hace ahmet yesevi üniversitesi’nde mütevelli olan bu zatın yakınlığını kazanır. o kadar ki, bu zat çeşitli kereler davut ağabey için “sen benim manevî oğlumsun” diye iltifatlar da bulunur. işte bizim davut bayraklı’nın manevî torunluğunun delili budur.
şimdi diyebilirsiniz ki “efendim, böyle birtakım iltifatlara dayanarak nasıl bu hükme varabilirsiniz?” saf olmayın, allah aşkına! şimdi siz ernest hemingway’in gazeteci olarak mı ispanya iç savaşı’na katıldığına inanıyorsunuz? hangi yazarların, nasıl yükseldiği herkesin malûmdur. davut bayraklı, cemil meriç okuyan bir ameleyken nasıl meşhur bir yazar oluyor? sizin buna aklınız yatıyor mu allah aşkına?
mehmet raşit küçükkürtül
7 Yorum