Yazarlarımızla Hasbihal: Ömer Ertürk

Edebifikir okurları için, yazarlarımızla yazı ve hayat merkezinde samimi bir hasbihal gerçekleştirmeye devam ediyoruz. “Yazarlarımızla Hasbihal” serimizin yedinci konuğu Ömer Ertürk. (Celal Kuru)

***

Sevgili Ömer, tarih kahramanlarıyla aran nasıl? Kimle şöyle bir ikindi yürüyüşüne çıkıp uzun uzadıya sohbet etmek isterdin? Onunla hasbihal eder gibi bize kendinden bahseder misin?

Mesleğimden çok, çocukluğumdan beri tarihe ve tarihi şahsiyetlere ilgi duydum. Buradan hareketle Enver Paşa’yla bir ikindi namazı sonrası Bâb-ı Âli yokuşunda -her ne kadar Paşa az konuşan biri olsa da- sohbet ederek yürümek isterdim. Ben, Enver Paşa’ya nazaran konuşkan bir fıtrata sahibim. Özellikle de dost meclislerinde… İstanbul’u bir şehri sevmekten daha fazla seven, orada içtiğim çayın, okuduğum şiirin, gördüğüm yüzlerin hayatın ta kendisi olduğuna inanırım. Bir de kütüphanem konusunda fazla hassasım. Açıkça söylemem gerekirse; hiç kimsenin benden kitap ödünç istemesinden veya kitaplarımdan birini inceledikten sonra özensizce kitaplığa yerleştirmesinden hazzetmem. Böyle tuhaf bir adamım işte.

Seni yazmaya sevk eden ne oldu, yazı maceran nasıl başladı, ilk yazdığın yazıyı hatırlıyor musun?

Lise yıllarımda bir arkadaşımla kitap yazmanın imkânı üzerine epeyce konuşmuştuk. Ben yazarlığın dünyanın en dahiyane işi olduğuna inanırdım o yıllarda. Mesela bir insan roman yazabiliyorsa herhalde zekâsı, hayal dünyası idrak edemeyeceğim bir seviyededir diye düşünürdüm. Bunun için çok okurdum, ama yazmaya bir türlü cesaret edemezdim. Fakat sonra ikizim lise son sınıfta çevreyle ilgili bir deneme yazıp il birincisi olunca, ben de ona özenerek okul dergisine aşkın ne’liği üzerine bir deneme yazmıştım. Yazıyla tanışmam böyle oldu. 

Yazarların ilginç yazma ritüellerinden sana miras kalan var mı? Varsa kimden tevarüs ettin? Masanın üzerinde tarihi eşyalar var mı?

Yazmak için hiçbir zaman bir ritüelim olmadığı gibi, aksine yazmak için bir şeye ihtiyaç duyarsam asla yazamayacağımı düşünürüm. Yani masamın üstünde çürük bir elma, ya da bir Bach veya Mozzart dinleyerek yazı yazmak bana göre değil. Yazdığım edebî metinlerin tamamına maruz kaldım. Ansızın gelmişlerdir, bu yüzden hiçbir metni bilgisayar başında veya önümde bir A4 kâğıdı varken yazmadım. Ya bir okul defterine ya da telefonun mesaj kısmına yazarım çoğunlukla. Fakat akademik bir metin yazacağım zaman bir ritüel sayılır mı bilmem ama; çalışma masamın son derece düzgün, çalışacağım ortamın gayet temiz olması gerekir. Çalışma bittikten sonra artık her yer her yerdedir, ama çalışmanın selameti için ilk adımı atacağım yerin kesinlikle kaygan bir zemin olmaması gerekiyor. Ha bir de demli bir çay olursa hiç fena olmaz.

Daha çok hangi vakitler kelimelerle, cümlelerle kavgaya tutuşursun?

Ritüel sorusunda olduğu gibi burada da bir zaman kısıtlaması yok. Bazen ikindi vakti, bazen sabahın yedisinde yazarım. Fakat benden istenen bir metin varsa mutlaka gece yazarım, hatta gece yarısından sonra. Herkesin dünyadan elini ayağını çektiği, dünyaya sessizliğin hâkim olduğu zaman, benim doğru düşünceyi doğru kelimelerle ifade edebildiğim zamandır.

Yazarken beslendiğin kaynaklar nelerdir? Bize biraz da okuduklarından bahseder misin? Klasik deyince aklına ilk gelen kitaplar hangileridir mesela?

Yazayım veya yazmayayım elimin altında mutlaka Üstat Sezai Karakoç’un “Gün Doğmadan”ı durur. Onun dışında da genelde şiir kitapları olur yanımda. Roman kültürüm gelişmiştir diyemem. Bunların dışında ve daha çoğunlukta olmak üzere de akademik tarih kitapları okurum. Klasik deyince aklıma genelde Rus edebiyatı, özelde Tolstoy gelir. Bir de tasavvuf klasiklerinden Kuşeyrî Risalesi diyebilirim.

İyi bir hatırat okuru olduğunu biliyoruz. Hatıralara seni cezbeden ne oldu? Bu hatıralar tarihi bir delil olarak gösterilebilir mi? Sende büyük izler bırakan ve keşke herkes okusa dediğin bir hatırat var mı?

Sürekli tarih ile alakalı akademik metinler okumak, insana demir bir kalıbının içinde şekil almış gibi hissettiriyor. Akademinin dili donuk, tek düze, yorucu ve bazen bunaltıcıdır. Hatıralara yönelmem biraz da bu yüzden… Özellikle birinci şahsın diliyle dönemin sadece soğuk siyasî yüzünü değil, zaaflarını, düşkünlüklerini ve/ya acılarını okumak da farklı bir deneyim ve tattır. Hatıralar ne başlı başına bir tarihî belgedir ne de tarihe asla ayna tutamayacak denecek kadar uydurma metinlerdir; iki ihtimalin ortak paydada bulaşacakları köşe taşıdır. Hatıraların her biri, dönemini kendi gözünden anlattığı için bunun ayrımını yapmak zor. Ahmet İzzet Paşa’nın “Feryadım” adlı hatıratını okurken başka bir resim görürsünüz, Yakup Kadri veya Halide Edip’i okurken başka bir resim… Ama illa bir hatırat okunacaksa; Refik Halid’in olayları ve şahısları kendine has üslubuyla anlattığı ve yakın tarih açısında önemli bir eser olan “Minelbab İlelmihrab” isimli hatıratı ile Cemal Paşa’nın İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı tam manasıyla ele aldığı Bâb-ı Âli baskınıyla başlayıp cemiyetin sonuna kadar olan olay örgüsünü gayet güzel bir üslup ve kronolojiye anlattığı hatıralarının okunmasını tavsiye edebilirim. Bir de “Abdülhamid’in Hatıra Defteri” nam uydurma hatırat okunmamalıdır.

Merhum Sezai Karakoç’un kitaplaşmamış hatıraları var bir de. Üstadın seni tebessüm ettiren ya da içini burkan bir hatırasını bizimle paylaşır mısın?

Üstat bir keresinde raflarda duran siyah kaplı defterleri göstererek bu hatıraları da yeniden düzenlemek lâzım demişti, fakat nasip olmadı. Üstatla yaşadığım birçok hatıra oldu elbette ki bunların çoğunu da bir vesileyle anlatmışımdır size. Ama doğrudan Üstadın “Gün Doğmadan” kitabı üzerinden yaşadığım bir anımı anlatayım. Öğrencilik yıllarımda evde canım sıkkın bir şekilde oturmuş her şeye söylenirken, birden yanımda duran “Gün Doğmadan”ı rastgele açıp okuma hissi doğdu içime. Kitabı açınca Hızırla Kırk Saat’ten şu satırlarla karşılaşmıştım:

“Kadehleri içip şarabı kırıyorsun
Doğuştan askersin savaşı kınıyorsun
Bir karınca kadar sabrın yok velilik taslıyorsun
Duvar mısın, sur musun,
Köprü müsün, han mısın yıkılıyorsun!”

Tarih bir ilim midir sence? İlimse buna nasıl güveneceğiz? En basitinden bir Timur meselesinde bile ittifak edemiyoruz. Bir tarafta âlimlere saygı gösteren, hanlar hankâhlar yapan birisi diğer tarafta Âşık Paşazade’ye göre zalim bir münafık. İnsanlar neye göre karar verecek?

Arapça ifade edersek ilimdir, Türkçe ifade edersek bilimdir. Yukarıda verdiğin örnek, Türkiye’deki tarih yazımının sakat yönünden kaynaklanmaktadır. Tarih kutsalın konusu olmadığı gibi, tarihî olay ve şahısları da kutsalın parametreleri çerçevesinde değerlendiremeyiz. Timur siyasi bir figürdür ve siyaseti gereği doğrular ve yanlışlar yapmıştır. Ve fakat tarih Timur’un yaptıklarının iyiliği ve kötülüğünü değerlendirme ilmi değil, Timur’un kendi konjonktürel şartları içinde yaptıklarını neden-sonuç bağlamında ele alıp gün yüzüne çıkaracak ilimdir.

Eski âlimler tarihi ilk insan, ilk peygamber Âdem (a.s.) ile başlatır ve yaşadığı çağa kadar anlatırdı. Moderniteyle birlikte ilim de parçalara ayrıldı. Misal senin ihtisas yaptığın alana cumhuriyet tarihi ya da yakın tarih diyoruz. Sence bu tasnifler doğru mu?

İlk örnek daha çok vakanüvislerin tarih yazım şeklidir. Batı’nın, tarihi kendi kırılma noktaları üzerinden çağlara bölmesiyle birlikte tarih yazımı da bu kırılma noktalarına göre şekillenmiş ve müstakil çalışmalar ortaya çıkmıştır. Fakat gerek dünya tarihini çağlara bölmek gerek devletleri yükselme, duraklamak, yıkılma tanımları üzerinden yorumlamak kanaatimce bir öznellik barındırmaktadır. Tarih bir zincirin halklarının bir araya gelerek bir tanım kazanmasıyla aynı şeydir, bu sebeple bölmek çok da doğru bir yaklaşım değildir diye düşünüyorum.

Tarihle alâkalı herhangi bir kitap çalışman var mı?

Akademik camiaya mensup insanların her zaman birkaç tane kitap çalışması vardır ve fakat bunların birçoğu sadece zihinde kalır ve fiiliyata dökülmez. Benim hal-i hazırda Osmanlıcadan çevirdiğim bir kitap var, fakat yayın aşamasına gelmesi için üzerinde biraz daha çalışmam gerekiyor. Onun dışında da doktora tezim nasip olur da biterse belki müstakil bir eser olarak basılabilir.

Seyrek de olsa kısa hikâyeler yazıyorsun. Bunların devamı gelecek mi? Bir kitap olarak görmemiz mümkün mü?

Allah Teâlâ bilir.

Bize son olarak neler söylemek istersin?

İstanbul’da yaşayanlar İstanbul’un kıymetini bilsinler. İstanbul’a yaşamı boyunca sadece birkaç günlüğüne gitmiş olanlar İstanbul’un trafiğinden şikâyet etmesinler. Bir de yazıyı okuyanlar bana dua etsinler…

 



Yazarlarımızla Hasbihal Serisi

Yazarlarımızla Hasbihal: Ömer Can Coşkun
Yazarlarımızla Hasbihal: Cüneyt Dal
Yazarlarımızla Hasbihal: Bilal Can
Yazarlarımızla Hasbihal: Adem Suvağcı
Yazarlarımızla Hasbihal: Davut Bayraklı
Yazarlarımızla Hasbihal: Muhammet Emin Oyar

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • ihsanbul , 03/01/2022

    Rabbim ilmine kuvvet versin.

ihsanbul için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir