Sorgulama: Edebiyat Neden Gereklidir?

Edebiyat neden gereklidir?

Yazarlarımıza, edebiyatın neden gerekli olduğunu sorduk. Edebiyatın, anlam dünyalarındaki yerini ve neden ihtiyaç duyduklarını ya da duymadıklarını ifade etmelerini istedik. Birbirinden güzel cevaplar sizleri bekliyor.

***

Feyyaz Kandemir

Edebiyat insanı zihnen terbiye eder. Hassasiyet ve farkındalığı artırır. İnsanı ve toplumu anlamak, çözümlemek hatta yönlendirmek bakımından önemli bir imkândır. Bu nedenle başta sosyal bilimler olmak üzere günümüzde hemen hemen bütün disiplinlerin istifade ettiği mümbit kaynaklardan biridir. Edebiyat ancak sükût ve dua ile yetinebilenler için gereklilik olmaktan çıkar. Onlar yitik hikmeti keşfetmiş müstesna insanlardır.

Bu çalakalem satırlar dışında, ilim ve edebiyat arasındaki münasebete, edebiyatın yarar ve zararına dair birkaç cümle daha kurmak isterim. Geleneğimizde rütbelerin en büyüğü ilim rütbesidir. İlim-irfan aslî, edebiyat tâlîdir. İlim asıl olması itibariyle kıyafete, edebiyat-şiir ise tâlî olması itibariyle süse benzetilir (Fuzûlî). Edebiyat ilme ve irfana yaslanır, bu ikisinden beslenir. Bu yüzden klasik edebiyatımızdaki şairlerin hemen hepsi ilim ve irfan ehlidir.

Modern dönemde ilim ve irfanı sahih yollarla edinebilme imkânı azaldı. İlahın yer aldığı varlık hiyerarşisinin merkezine insan yerleştirildi. Birçok yeni disiplin türetildi, basın-yayının icadıyla söz (şifahî gelenek) yazıya mağlup oldu. Bunlar edebiyatın mahiyetini doğrudan etkilemiştir. İlim ile edebiyat arasındaki bağ zayıflamış; basın-yayın ile edebiyat arasında yepyeni bir bağ kurulmuştur: Basın-yayın edebiyattan beslenmiş, edebiyat basın-yayına yaslanmıştır; basın-yayının isterlerine göre yeniden şekillenmiştir. Gelenekte güzelin, iyinin, doğrunun izi sürülür; modern dönemde çirkine, kötüye ve yanlışa da kayıtsız kalınmaz. Siyah veya beyazdan ziyade gri muteberdir. Geleneğe göre, gönülde mukim olan söz, dil ile izhar olur ve yine gönle ulaşır (Âşık Paşa). Modern edebiyatta ise söz insanın her yerinden çıkabilir ve her yerine ulaşabilir. Başka bir ifadeyle, neresinden çıkmışsa okurun da orasına ulaşacaktır (İsmet Özel).

İlmin en büyük rütbe olduğuna değinmekle birlikte insanın akıldan ibaret bir varlık olmadığını unutmamak; nefsinin, kalbinin ve ruhunun bulunduğunu hesaba katmak gerekir. İnsan ilmin kesin ve keskin sınırları içinde mütemadiyen kalamaz (edebiyat muhtemelen bu sebeple icad edildi). İnanır, düşünür, hisseder, sezer, keşfeder, görür, düşler… Donatıldığı bu melekelerle kendini ve dünyayı anlamak, anlamlandırmak ve anlatmak ihtiyacını duyar. Edebiyat, tam da bu noktada, insana ait bütün melekelerin kullanılabildiği geniş bir alan olarak belirir. Anla(t)ma ve anlamlandırma çabası bu geniş alanda sanata dönüşür. Bu yönüyle edebiyat, insanı bir parça teskin ve teselli edebilir; bir çeşit müsekkin ve terapi aracıdır. Bunların ötesinde insan, benliğini izhar etmeye, beğenilmeye, takdir ve taltif edilmeye pek heveslidir. Edebiyat bu hevesi tatmin etmeye de yarar. Edebiyatın bir tehlikesi varsa işte budur: Benliği büyütmek.

 

Ömer Can Coşkun

Edebiyat, bazen insanın kendini kendine itirafı. “Sen busun ey müellif!” demenin dolaylı ifadesi. Kendi ile direkt muhatap olamayan, aynaya baktığında dahi başını sağa sola çevirerek elle tutulur bir yanını arayan insanoğlunun hesaplaşma biçimi. Gerçeklikten kurguya kaçar gibi görünüp aslında gerçeklik duvarına bile isteye çarpması.

Bazen insanlığa, kendini anlatma çabası. Çabadan öteye geçemeyeceği belli olmasına rağmen inatla, bıkmadan her defasında yeni bir metinle karşı atağa geçme. Herhangi bir okuryazar buluşmasında dahi yazarın yanına gelen okurun, eserlerinde kendimi buluyorum, demesi kadar yazara yabancı, yazarın sadece bir aracı olduğu, yazarın var olma çabasına rağmen okur tarafından yok edildiği bir garip çelişki.

Okuduğum bir kitapta -isim hafızam çok kötü ve bu metni çok kısa bir zaman diliminde yazdığım için kitaba ulaşamadım- insanların kendi düşünme biçimlerine zıt bir düşünceyle karşılaştıklarında savunma ve kaçma eyleminde oldukları ifade ediliyordu. Kısaca kişi karşı tarafı hiçbir zaman dinlemiyor. Kendi düşünceleri üzerinden kişiyi tartıp haklı veya haksız olduğunu düşünüyor. Gardını düşürmüyor. Bu sadece kitapta anlatıldığı gibi karşımızdaki insanlarla sınırlı değil sadece, kişinin kendine de gardını düşürmediği, her zaman kendinde kendine karşı haklılık payı bulduğu bu kadar “ben” denilen bir ortamda edebiyat altı şahsa (ben, sen, o, biz, siz, onlar) dokunsa da okurun kemâlâtına göre iki şahsa indirgeniyor: Ya “Ben” ya “O”.

 

Mehmet Raşit Küçükkürtül

edebiyat, bugün için, haz ve terapi ekseninde bir meşguliyet sahasına dönmüş gibi görünüyor. herkesi “yazı üreticisi”ne dönüştüren şahsî (personal) teknolojik cihazların yaygınlığından doğan anonimleşmeye karşı şahsiyet, karakteristik kazanma yolu sağlıyor edebiyat. öte yandan, artık “iç dünya” diye bir şey kalmadı. eskiden, modern toplumların metafiziği olarak tarih sunulurdu. edebiyat, beşerîliğe hapsolmamak için her türlü beşerîliğin mistifike edildiği bir maneviyat kaynağı gibi oldu. insanın iç dünyası denilen şeyin yerine ikâme edilen, terapi işlevi gören bir yüzü de var artık. bundan başka kişiyi nostalji, mâlihülya gibi ruhen yıpratıcı durumlardan, her çeşidinden tutkunun getirdiği muhtemel tehlikelerden kurtarmak için onu estetize eden, oyuna döken, zekâ gösterilerine vardıran bir haz kaynağı işlevi de üstleniyor. “doların dalgalanmasına bırakılan” edebiyat böyle.

bu gidiş dışında başka bir ihtimal var mı?

bize bağlı. latin alfabesini bırakıp kur’an-ı kerim alfabesiyle yazan beş bin edebiyat ve fikir adamıyla bunları okuyacak on-on beş bin kişiyle türkçe bir edebiyat kurulabilir. bu dediğimin doğal ve kendi kültürel, sosyal şartları içinde vuku bulması lâzım. belki dârülkurra’lar tesis ederek başlanabilir: kur’ân-ı kerîm’i hem okuma hem yazma yoluyla ezberlemiş, hat dersleri alan, yüksek seviyede kıraat ve tefsir eğitimi almış müstensih yetiştiren ve mushaf hazırlayan bir dârülkurra müessesi. bu ütopik gelebilir bazılarına. 1875’e kadar matbaada üretmiyorduk mushafları. hindistan, pakistan, afrika’nın bazı bölgelerinde nüfusun ekserisi hâfız olabiliyor; demek ki bazı şeylerin hayata geçmesi niyet meselesi. anadolu’da da mektubat-ı rabbanî’yi bininci kez okuyan; firdevsî’nin şehname’sini, mesnevi-i şerifî, safahat’ı, yunus divanını ezbere bilenler yok mu? hâlâ var. “doların dalgalanmasına bırakılmayan” bir edebiyat da mümkündür.

 

Celal Kuru

Ben edebiyatı eski ve yeni diye ikiye ayırıyorum. Eskiden kastım tabii ki bizim edebiyatımız. Savaş Barkçin bir programda “Mevlâna mesnevî’de yirmi beş bin küsur beyiti bir kez Allah dedirtmek için söyledi.” demişti.Bu sözü Attâr’ın,  Sa’dî’nin, Yunus’un,  Âşık Paşa’nın, Süleyman Çelebî’nin, Sinan Paşa’nın, Niyazi Mısrî’nin eserleri için de hiç çekinmeden söyleyebiliriz. Bugünün edebiyatına gelirsek, metafizikten uzak, gittikçe dünyevîleşen hattâ yer yer yazarın iç dünyasının kusmuklarından öte gitmiyor. (Bunu ben de yaptım) Öylesine bir hâl almış ki bu durum, yakinen tanıdığım bir arkadaşın hikâye kitabı için “Çok dinî olmuş!”  gibi basit bir eleştiri gelmişti. Üstelik bu eleştirinin sahibi de dinî hassasiyetleri olan birisiydi.

Bir de edebiyat ortamları var ki evlere şenlik. Birbirlerinin kuyusunu kazmalar, mütedeyyin gözükseler de farklı dergilerde yazdıkları için “Bizden değil!” demeye getiren tavırlar. Derviş urbasına bürünüp sürekli ahlâktan bahsedip dervişleri gücendiren tipler. Sosyal medyada “Kıymetli kardeşim” derken, gerçek hayatta “Şeytan görsün yüzünü.” diyenler. Ve daha nicesi… Hep derim safi bir okur için en büyük tehlike sevdiği yazarla tanışmasıdır. Buraya kadar saydıklarım geçmişte de olmuştur, diyenler olacaktır. Elbette buna itiraz mümkün değil. Lâkin geçmişte bu kadar sinsi olabileceğine ihtimal vermiyorum.

Sözü bunca uzatmamın sebebi artık edebiyatın anlam dünyamda bir karşılığının olmadığını, dünyaya çeki düzen verme konusunda bir umut vermediğini hattâ daha sekülerleştiğini zikretmek içindi. Benim için edebiyat, okuyup yazmak gerçek hayatın tantanasından kaçıp muhayyel bir hayata sığınmaktan başka bir şey değil. Neyse, daha fazla yazıp iyice içinizi karartmayayım. Gideyim de Muhteşem Âttar’la Şeyhi San’an üzerine biraz sohbet edeyim.

 

İbrahim Halil Aslan

Edebiyata bir ihtiyaç olarak tanımlanmasının doğruluğundan emin değilim. Bazen hakikati ehil olmayandan gizlemek ve dolayısıyla doğrudan muhatabına ulaştırmak için edebiyatı vesile kılarak sözü yükseltmişlerdir. Bazen herkesin anlayacağı ölçüde yine edebiyatı vesile kılarak sadeleştirmişlerdir. Bu esnada duygularını ifade etme arzusunun zaruri bir çıktısı olarak da zuhur etmiştir edebiyat bazıları için. Fakat bir aracın bazı ihtiyaçlar karşısında kullanılmış olması onun bizatihi kendisini ‘ihtiyaç’ olarak tanımlamaya yeter mi emin değilim. Sanırım düşünce ehli bu konuda daha net konuşacaktır.

Bendeki karşılığı ise okur ve yazar olma durumuna göre değişkenlik gösteriyor. Yanlış hatırlamıyorsam ilk öykümün yayınlandığı zaman epey az okuyan bir delikanlıydım. İnsanlar beğenmiş ve bu beni mutlu etmişti. İnsanlar beğendikçe yazmaya devam ediyor, beğenilmeyeceğini düşündüğüm yazıları yarıda bırakıyordum.

Okurken çoğunlukla öğrenmek için okuduğum doğrudur. Fakat öyle anlar var ki; mesela kapkaranlık bir öğle vakti, her şeyden bunaldığım zamanlarda Sezai Bey’in Gün Doğarken’de toplanan şiirlerinden rastgele birkaçını okuyup ferah bulmuşluğum vardır. Sezai Bey’in o şiirleri bunun için yazmadığına eminim fakat bu tesirin nereden doğduğunu da bilmiyorum.

Haliyle edebiyatın benim için anlamı şöyledir, izahından oldukça uzağım.

 

Cüneyt Dal

Bizi diğer tüm canlılardan ayıran yegâne donanım dil. Edebiyat, bilhassa bu üstünlük/ayrıcalık/farklılık üzerine bina edilen alan. Etkili bir kurguyu; zaman içerisinde şiir, hikâye, roman, masal, destan vb. olarak belirlenen türler içerisinde etkili bir şekilde söyleme ve yazma sanatı. Biyolojik anlamda “insan olma” ayrıcalığının en belirgin ifadesi. Uydurmaya, inanmaya, kaçmaya, sığınmaya, yalana, ayrıntıya, sırra, abartmaya, basitleştirmeye, hayal etmeye, güzele, anlamaya ve anlatmaya ihtiyacı olan insanın gerek yazarak gerek okuyarak inşâ ettiği kültürel değer… Hem de günümüzden yaklaşık 4100 yıl evvelinden, -eldeki bilgilerle ilk edebî eser kabul edilen- Gılgamış Destanı’ndan bu yana… Türkçenin Yunus’u, Arapçanın İmruülkays’ı, Farsçanın Rumî’si, İngilizcenin Shakespeare’i, Rusçanın Puşkin’i, Fransızcanın Hugo’su, Almancanın Goethe’si gibi milletlerin ve dillerin en üstün değerleri ve övünç kaynakları, edebiyat sahasına mührünü vurmuş bu güçlü isimler ve eserleridir.  

 

Muhammed Furkan Kâhya

Edebiyat, hayattaki farklı yanılgı türlerinin görünümlerini sunduğu için gerekli. Başka bedende yaşamadan farklı tecrübelerin seyir şekillerini gösterebilmesi bakımından eşsiz. Elbette pek çok işlevi mevcut. Bazen cihannümamda kendimle yalnız kalmak için sığındığım bir bahane. Bazen sayfalar arasında gezinirken neyi aradığımı bilmesem de bunu sürdürmemi sağlayan itki. Edebiyat hayatın her yüzünün abartılmadan abartılarak ifade edilme biçimi en nihayetinde. Edebiyatta realiteyi yakalayamayız ama realitenin gölgesinde soluklanabiliriz. İçinde bulunduğumuz durumu kelimelere dökemediğimizde bunu dile getiren birisinin olduğunu umarak bir arayışa girersek kendimizi edebiyatla hemhal olmuş bulabiliriz. Uyandırma servisidir biraz da edebiyat. Sizi gerçek dünyadan alır alabildiğine yükseltir ve birden bırakır. Yere çakılır kendinize gelirsiniz. Ciddi bir iştir. Romantiklere göre bir yer hiç değildir.

 

Sinem Çağlancı

Hz. Aişe validemiz “çocuklarınıza şiir ezberletin ki dilleri tatlansın” buyuruyor. Bu söz edebi eserlere bakış açıma pusula gibi. Yönümü nereye çevirmem gerektiğini öğreniyorum. Ağzımın tadını kaybettiğimde nerede tatlanabileceğini biliyorum. Bu yüzden sadece çocuklara yönelik olduğunu düşünmüyorum sözün. Edebiyatta tam bu noktada gündelik hayatımın içinde derinlik oluşmasına, dilimin sınırlarını bilmeme imkan sağlıyor. Hayat bir şekilde akıyor çünkü. Uyanınca gün sonunu buluyor. Düşünmeden hayat geçiyor. Hem de hiç kıymık batmadan, kılçıkları boğaza zarar vermeden. Bir şekilde düzen değişmeli diyor insan. Bir şeyler değişse hayat anlamını bulacak. Ben de bunu edebiyat okumaları yaparak ya da edebiyata yönelerek sağlıyorum. Çünkü hayat her zaman istediğimiz imkanları sunmuyor. Bizim kararlarımız göğün kararlarıyla uyuşmayabiliyor. Oluşan bu çatışma edebi eserlere yönelmeme olanak sağlıyor. Ayrıca olumsuz durumların ötesinde iyi edebi eserler okuduğumda kalbime ince ince yağan yaz yağmuru hissi dünya ağrılarına şifa. Belki de tüm bunları kenara koyduğumda bir şekilde doldurmak istediğim boşluğa yeni yeni anlamlar yüklemek, işe yarar bir şey yapmak istiyorum.  Zor bir alan ama. Sancılı. Edebi literatür çok geniş ve kelimelerin kombinasyonuna kapılan yaşamı kaçırabiliyor. Ama edebiyat ile uğraşmak sadece haz duygusuna açılan bir yol da değil. Çünkü kitap okudukça huzursuzluğumun arttığını, uykusuzluğun şakaklarımda ağrı yaptığını ve insan olmanın ne kadar zor bir makam olduğunu fark ediyorum. Bu belki insanın kendi imgesini bulma yolculuğunun verdiği sancıda olabilir. Edebiyatı kırmızı hap gibi içip uyanma arzusu da.

Enes Can

İnsanoğlu doğduğu çevrenin düzenine, ihtiyaçlarına, kalıp ve yargılarına uygun bir hayat yaşamak için uzun yıllarını harcar. Kendisine biçilen bu kalıp hayat, aslında hiç bir zaman yaşamak istediği hayat değildir. Bir aidiyet hissetmediği bu hayatın tatsızlığıyla beraber aslında yalnızlaşmaya ve büyük bir arayışı da başlamıştır. İnsan, bu arayışın bir yerlerinde ‘yaşadığın dünya sana göre değilse kendi dünyanı kur ’anlayışına paralel olarak yeni bir dünya kurma sürecine girecektir. Bu sürece girişin ilk basamağını da şüphesiz edebiyatın gizemli kapıları açacaktır.

Edebiyat, bu bağlamda sadece estetik ihtiyaçları karşılayan bir kavram olmayıp; bir kaçış, arayış ve soluklanış biçimidir. İnsanoğlu için yaşadığı dünyanın kendisine biçtiği pasif, işe yaramaz rolleri reddetme, bir üst tabakadaki insanın hayatını kolaylaştırmak için yaptığı mecburi kölelik gibi durumlara olan ilk isyanı da bu ünsiyetin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü edebiyat insanların hayalini kurduğu dünyaları, rolleri ve ulaşmak istediği hedefleri gerçekleştirebilmesi için kullanabileceği çok da masraflı olmayan tek çıkar yoludur. Bir insan edebiyat aracılığıyla en büyük âşık, en zengin adam, en erdemli bilge olabileceği gibi; en gaddar yönetici, en cani seri katil ve aklını kaybetmiş bir meczup da olabilmektedir. Bir arayış içerisinde olan insana, türlü dünyalar ve roller içerisinde bu kadar çeşitliliği sunan güç edebiyatın gücüdür.

Edebiyatın bu derin dünyası beni de edebiyata bağlayan en önemli husus. Hayatımı idame etmek için bana biçilen rolleri yapmak mecburiyetinde olduğum dünyadan kaçışı, edebiyatın bu gizemli kapılarıyla aşabiliyorum. Edebiyat sayesinde; ‘Bir çay bahçesindeki ıhlamur ağacının altına oturmuş, altmışlı yaşlarda, üzerinde yeşil kaşe ceket ve kafasında kasketiyle dalgın dalgın uzaklara bakan beyaz sakallı bir amca’ olabiliyorum mesela. Onun zihnine girip sıkıntılarını öğrenebiliyor, geçmişe giderek yaşantısına şahitlik edebiliyor ve altmış yaşıma girmeme daha otuz yaş varken o yaşa bir anda ışınlanabiliyorum. Sizce de büyüleyici değil mi; bir ağacın yaprağı olabilmek, bir mahallede çeşme olabilmek, tütün tarlasında ensesi çatlamış bir çocuk ya da seçimi yeni kazanmış bir mebus olabilmek? Bu yüzden edebiyat hâlâ her şey ya da hiç bir şey olabilmenin en kestirme yolu.

 

Şadiye Sare Kaplan

Edebiyat gerekli midir, bilmiyorum. Herkes için gerekli midir, buna net bir cevap vermekte zorlanıyorum. Ama edebiyat benim için gereklidir çünkü yalnızlığıma geçerli sebepler bulmak zorundayım. Böyle alenen yalnızlıktan bahsettiğim için çevremdeki herkesten özür dilerim ama onlar da yalnızlar, yalnızız… Ömrümüz bizi anlayacak kimseler aramakla geçiyor. Anlaşılmak, görülmek, duyulmak istiyoruz. Bilinmek isteyerek âlemleri yaratan yüce Allah’ın insana üflediği ruh sayesinde belki de.

Konuşarak, hâlimle, tavrımla, bakışımla anlatamadığım çok şeyi bir edebi metinde, benden belki onlarca yıl önce yaşamış bir yazarın ya da şairin anladığına şahit oluyorum bazen. Bakıyorum, eteklerinden dökülen taşlar, eteğimdeki taşlara benziyor. Böyle zamanlarda bencilliğe çalan bazı şeyler hissediyorum, galiba iyi geliyor. Yalnız değilmişim gibi. Mekân ve zaman yok oluyor, anlamak ve anlaşılmak başka boyutlar kazanıyor. Hem anlıyorum, hem anlaşıldığımı hissediyorum. Bu yüzden bir yerlerde ya da bir şeylerde kaybolan herkes gibi tutunacak bir şeyler aradığımda, edebiyata uzandığımı görüyorum.

 

Sulhi Ceylan

Derdimiz, kendimizi anlayabilmek, içimizdeki adaların en azından sahiline gidip adaya dair bir bilgiye sahip olmak… Böylece kendimizden yola çıkarak bütünle ilgili bir fikir edinmek. Çünkü bilme ihtiyacı fıtridir. Olaylar arasındaki sebepleri merak etmek ve araştırmak da. İşte burada devreye edebiyat giriyor. İnsanı anlama noktasında hayatın sunmadığı kapalı alanları bize açıyor. Sırlar ortaya çıkıyor. Normal hayatta takılan maskeler birbirimizi tanımaya engel olurken bu maskeleri edebiyat sayesinde aşıyoruz. Bir romanın alelade bir kahramanının duygu durumları bizi kendimize getirebiliyor. Ya da kendimizden geçirebiliyor!

Edebiyat, bence insan demek. İnsana dair her şey edebiyata da dairdir. İnsanın kendine bakmadığı bir yerden bakmasını sağlar edebiyat. Tanımadığı duyguları gösterir. İçindeki çukurun derinliğini… Kısacası insanın kendiyle karşılaşmasında bir araçtır. Bir başkasının gözleriyle hayata bakmayı sağlayan edebiyat, sırf bu işlevi sebebiyle gereklidir diyebilirim.

Edebiyat, dilin imkânlarını son evresine kadar kullanıp yeni iletişim alanları açar. Bu bağlamda edebiyatın özgürleştirici bir gücü vardır. Gerçek hayatta karşılaştığımız ve bir türlü geçemediğimiz engelleri dönüştürmenin yolunu işaret eder. Bazen tek satırla bazen koca bir romanla bu gerçekleşir. Bir kitabın sayfaları arasında dolanırken yavaş yavaş değişiriz, işaret edilene kendi idrakimiz ölçüsünce ilerler ve böylece beden çeperimizi zorlarız. Bu da yeni yollar ve maceralar demektir.

Peki edebiyatın iyisi olduğu gibi kötüsü yok mu? Tabii ki var. İnsan gibi. İnsanın da iyisi ve kötüsü var. Ama kötüler iyilerin değerini anlamamızı sağlıyor. Yani kötünün de bir işlevi var. Edebiyat gibi…

 

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • yorgun , 13/12/2021

    iletişim kurma ihtiyacı.
    kanlı canlı bir insanla konuşurken kelime haricinde başka birçok faktör de işin içine girer. misal koku, ses, yüz ifadesi… bunlar insanı yatağa düşürecek kadar etkileyebiliyor. bu yüzden kitaplar iletişimin biraz daha saf hali gibi gelirdi. böylelikle insan daha az yoruluyor.
    ama artık o bile ağır. kelimesizlik- en temizi bu sanırım.

  • sanatın öyküsü , 10/12/2021

    Sanırım bu yazıyı birkaç kere daha okuyacağım. Cevaplar birbirinden manidar…

    “Edebiyat ancak sükût ve dua ile yetinebilenler için gereklilik olmaktan çıkar. Onlar yitik hikmeti keşfetmiş müstesna insanlardır.” müthiş…

    Nacizane ben de edebiyatın bütün insanlığın birbiriyle dertleşmesi, birbirine bu zorlu hayat hakkında yakınması olarak görüyorum. Sanki Mesnevî’den, Mantiküttayr’a Sheakspeare’in eserlerinden Harry Potter’a kadar hepsi insanlığın dertleşmesi…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir