C. Cengiz Çevik: “Konfor bizi ele geçirmiş durumda!”

Edebifikir ekibi olarak beş soru belirleyip, bu soruları aydın, akademisyen, edip ve düşünürlerimize sormak, aynı sorulara farklı isimlerin vereceği cevapları görmek istedik. Böylelikle düşünürlerimizin fikirlerini mukayeseli olarak görebilme imkânına kavuşacağız. Bu minvalde yedinci söyleşimizi Dr. C. Cengiz Çevik ile gerçekleştirdik.

***

Fârâbî, Aristo’nun Fizik’ini 40, Kitâbü’n-Nefs kitabını ise 200 kere okuduğunu söylüyor. Sizin kitaplarla ilişkiniz nasıl? Okumak sadece kitapları mı okumaktır? Peki ya insanı okumak? Bu konuda neler söylemek istersiniz? Sizce kitap ile insan arasındaki ideal denge nasıl olmalıdır?

Uzmanlık alanımla ilgili yayınları destekleyecek fiziksel ve dijital formatta çok kitap okuyorum. Benim son 10 yıldaki kitap okuma alışkanlığım daha çok “teknik kitap okuma alışkanlığı”na dönüştü. Bu yüzden başka hiçbir şeyle övünmem ama zaman içinde övünebileceğim bir yeteneğim oldu: Akademik amaçla okumaya başladığım teknik bir kitapta, istediğim bir şeyi bulup bulamayacağımı çok kolay ve hızlı bir şekilde seziyorum. Bu zaman kazandırdığı için hoşuma gidiyor. Bunun dışında Edward Said’in “yavaş okuma” olarak adlandırdığı bir alanda, yani filolojideki ihtiyaçlar beni ister istemez meşgul olduğum antik metinleri “yavaş” ve sürekli analiz ederek okumaya mecbur bırakıyor. Filoloji, gerçekten de arkeolojik kazıyı andıran bir okuma faaliyetini gerektiriyor. Dahası bir metin için bir metin okumamanız, aynı metnin farklı edisyonlarını edinip okumanız, hakkında yapılan yorumları, içeriğe ve zaman içinde kaybolmuş kısımlara ilişkin ortaya konmuş fikirleri okuyarak öğrenmeniz gerekiyor. Örneğin Cicero’nun bir eserini okumak, o eser üzerine üretilen düşünceler yığınından haberdar olmanızı gerekli kılıyor. Bu benim filolojik öykümün bir özeti. Bunun dışında farkında olalım veya olmayalım, bir kitabı, dünyaya dair bir şey söylediğini varsayarak okuduğumuzu söyleyebiliriz. Philip K. Dick’in bir bilim-kurgu kitabını okurken de böyle, Cicero’nun Philippicae söylevlerini okurken de. Dünyaya dair bir şey söylenmesi niçin umrumuzda? Buna yanıt vermek zor, belki okuma bir yaşama tutunma tarzıdır, nitekim aynı varsayımla dizi-film izliyoruz, tiyatroya gidiyoruz ve belki sosyal medyada dolaşıyoruz. Ben sahafa gitmenin heyecanını yaşamış biriyim, çoğunlukla aramadığım kitaplarla eve döndüğümde daha mutlu olmuşumdur, böyle kitapların her biri bilinmeyen bir adaya yelken açmak gibi bir deneyim yaşatıyor. Dolayısıyla kitap, günümüzde sosyal medyada “kendinde” bir fetişmiş gibi sunulan bir şey olmaktan ziyade bu dünyaya dair tanık olmadığım bir deneyime açılan bir pencere gibidir. Ancak kitapla diyalogda tek seslilik vardır, konuşan kitaptır, sen de dinleyen. Bu yüzden diyaloğa imkân tanımaz, tarihte veya günümüzde “insanlardan uzaklaşarak kendimi kitaplara verdim” diyen birini gördüğümde, herhangi bir nedenden ötürü insanlarla diyalog kuramadığı için canlılığını kaybetmiş birini görmüş gibi olurum, böyle birini kuruyup kalan bir bitkiye benzetebiliriz. Yaşam akarken yaşam unsurlarıyla birlikte olmak gerektiğini, her şeye rağmen insanın çaresinin başka bir insan olduğunu düşünüyorum. Belki de kitaplar bizi başka insanlara götürme aracıdır. Çok insana da, çok kitaba da gitmemek gerekir diye de düşünüyorum, aklıma Seneca’nın bir mektubunda söylediği bir söz geliyor, çok kitap okunmasını eleştirirken şöyle diyor: “Birçok yemeğin tadına bakmak mızmız bir mideye göredir… birçok ilaç denendi mi yara kabuk tutmaz.”

İnsan taklitten tahkike giden bir varlık. Yani sürekli tekâmül halinde olmalı. Ama taklidin bir tür itaat olduğu da biliniyor. İtaat ise Kur’an-ı Kerim’in ana kavramlarından. Özgürüm diye bağırmaya zorlanan birinin özgürlüğünün de tutsaklık olduğunu göz önüne alırsak; çağımız insanının özgürlük ve itaat arasındaki problemini nasıl çözebiliriz?

Kur’an-ı Kerim insanın özgürlüğü meselesini imtihan kavramıyla birlikte ele alıyor, dahası kutsal kitap kendi bağlamında Allah’ın mutlak kudreti ile insanın özgürlüğü arasında bir çatışma görmüyor, bu inanç zemininde itaat bir emirdir ve kendi bağlamında anlamlıdır. Ancak yaşamda da kendini tanrı yerine koyan kişiler, devletler, kurumlar, hatta ideolojiler var ve insanlardan kendilerine mutlak bir şekilde itaat etmelerini bekliyorlar, bu aynı zamanda insanlık tarihinde bir özgürlük problemi olmasının da nedenidir. Bir an geliyor ve Seneca adında bir filozof çıkıp “özgürlük nefesten daha değerlidir” (libertas spiritu potior) diyor, çünkü Seneca da sarayın çevresinde, dengesiz bir imparatorun yanı başında, sorunuzda da geçen “özgürüm diye bağırmaya zorlanan” kişilerden biridir. Onun öyküsünde özgürlük sadece felsefeye itaat etmekle mümkündür, bu Stoacı perspektifte felsefe bitimsiz bir sorgulama değil, hiçbir şeye boyun eğmemeyi sağlayan ruhsal bir terbiyedir. Başka deyişle filozof türlü haksızlıklar karşısında aradığı huzuru felsefeye itaat etmekte buluyor, bir başkası Allah’a iman etmekte bulabilir veya başka birisi diğerlerine çok saçma görünen başka bir şeye teslim olmakta bulabilir. Sorun birilerinin başka birilerine kendi değer yargılarını dayatarak onları “özgürüm” diye bağırmaya mecbur bırakmasıdır, ben sorunun politik çözümünün çoğulculukta olduğunu düşünen biriyim. Çoğunlukçuluk bir puttur, çoğunluk ne derse o doğrudur, yaklaşımı antik felsefe ekollerinin yadsıdığı bir puttur. Benim antikiteden çıkardığım en önemli ders budur. Bu yüzden çoğulculuk dışındaki çözüm önerileri, bana Arendt’in bağlamındaki totaliterliğin işlevsel “terör” anlayışını hatırlatıyor, yani “herkesin hem kurban hem cellat rolüne hazır hale getirildiği” bir düzeni. Böyle bir düzende artık neye itaat ettiğinizin veya özgür olup olmadığınızın bir önemi yoktur, her an bu taraftan öbür tarafa geçebilirsiniz. Bugün içinde yaşadığımız dünyada ister nedeni kapitalizm olsun, ister ideolojik yönlendirmeler olsun, neticede bazılarımız kısmen özgür değil, bazılarımız “hiç” özgür değil, en azından felsefe ve edebiyat başta olmak üzere özgürlük üzerine düşünmemizi, hayal kurmamızı sağlayan araçlar var. Bu araçlar başka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatabilir, bizi içsel dönüşümle birlikte eyleme davet edebilir. Kinik Diogenes’in gösterişçi, yozlaşmış Atinalıları protesto etmek için fıçıda yaşaması, dünya vatandaşı olduğunu iddia etmesi günümüzdeki eylemcilerin tekâmülü için ders niteliğindedir. Enteresan olan şu ki, kimisi kiniklerin topluma meydan okuyan marjinal yaşam tarzında ahlaksızlık görür, oysa onlar Sokrates’in gıyabında onun en iyi öğrencileriydiler ve çoğumuzdan daha fazla ahlaklıydılar. Bizim önce perspektifimizle görülecek bir hesabımız var. Şöyle ki, sosyal medyada ve günlük yaşamda sürekli peygamberlerin olumlu vasıfları anılıyor, bilgelere atıfta bulunuluyor, filozoflardan alıntılar yapılıyor, kahramanlar yüceltiliyor ama hiç kimse referansta bulunduğu o peygamberler, bilgeler, filozoflar ve kahramanlar gibi davranmıyor, onlar gibi yaşamak istemiyor, çünkü bu hoşumuza gidiyor, yani sadece onları hatırlamak, konfor bizi ele geçirmiş durumda.

İnsanda, hayatını devam ettirmesini sağlayan üç temel kuvve vardır ki bunlar; “kuvve-i gadabiye”, “kuvve-i akliyye”, “kuvve-i şeheviyye” olarak sıralanıyor. Spinoza ise insanın özünün “arzu” olduğunu söylüyor. Sizce insan; bu üç kuvvetini nasıl dengeleyebilir. Modern zamanlarda ve şehirde yaşadığımızı göz önüne alarak cevaplar mısınız?

Spinoza’ya göre bir şeyin iyi olduğuna hükmettiğimiz için onu arzulamayız, aksine onu arzuladığımız için onun iyi olduğuna hükmederiz. Devletler, toplumlar ve alışkanlıkları düzenleyen tüm toplumsal ilke ve kurumlar neyi arzulamamız ve neyi arzulamamamız gerektiği konusunda bizi yönlendiriyor, bunu da üç yıl, beş yıl yapmıyor, aksine ömrümüz boyunca yapıyor. Bu yüzden tüm dünyadaki vatandaşlar olarak bulunduğumuz toplumların mağdurlarıyız. Bu perspektife göre arzularımız kontrol altındaysa, özümüz de mutlak bir tutsaklık içinde demektir. Beğenilmiş olan veya beğenilmesi istenen şeyleri beğeniyor, beğenilmemesi gerektiği telkin edilen şeyleri beğenmiyoruz. Fakındayız ya da değiliz, durum bu. Sürü halinde oradan oraya sürükleniyoruz. Bazıları sosyal medyayı suçluyor, oysa o sadece bir ayna, hatta farklı coğrafyaların mağdurlarını evrensel ölçekte bir araya getiren bir mecra oldu. Herkese söz hakkı verilmesi, alabildiğine şeffaflaşma kendinde iyi olan şeylermiş gibi düşünüyoruz, doğru ya da yanlış, tüm sınırlar, belirlenimler, değer yargıları tekrar tekrar tartışmaya açılıyor ve bu yoğun enformasyon altında benliğimizin resmi silikleşiyor, ne olduğumuz ve ne olacağımız belirsizleşiyor. Spinoza’nın kavramıyla söylersek her şeyin özü olan conatus, “ne ise o olma” ilkesi temelden çürüyor, kendimizi kaybetme riskiyle karşı karşıyayız, dolayısıyla bizim akıl kuvvetine bilhassa ihtiyacımız var. Spinoza’ya dönersek, o varoluş çabasının nedeninin Tanrı olduğunu söylemekle, tartışılmaz bir dayanak noktası bulduğunu düşünmüş olmalıdır, bu da az önce üzerinde durduğumuz itaat ve ona bağlı olan nedensellik ve zorunluluk kavramlarıyla doğrudan alakalıdır. Çünkü Tanrı’nın nedenselliği hem Tanrı’nın kendisinin hem de var olan her şeyin nedenidir, bu yüzden bu bağlamdaki nedenselliğin kendisinin tanrılaştığını düşünenler de olmuştur. Nedenselliğin yüceltildiği, sorgusuz sualsiz yaşamamanın övüldüğü, her şeyin sorgulandığı bir çağda yaşadığımız izlenimine kapılıyoruz, gerçekte öyle mi? Gerçek anlamda neyi, ne kadar sorgulayabildiğimiz tartışma konusudur. Eskiden köy yaşamına batıl inanışlar hükmedermiş, belki hâlâ öyledir, ancak günümüzde şehir yaşamına Francis Bacon’ın güzelce özetlediği putlar hükmediyor. Aynı şeyi söylüyorum: Konfor bizi ele geçirmiş durumda.

Zygmunt Bauman “Aydınlanma” ve sonrası düzen ile ilgili yaptığı değerlendirmede, liberallerin tarih değerlendirmesinin aksine Aydınlanma çağı olarak geçen toplumsal-entelektüel akımın; hakikat, akıl, bilim, akılcılık lehine büyük bir propaganda uygulaması olduğunu, zihni karışık, baskı altındaki kitlelere bilgeliğin ışığını getirmek gibi bir soylu düşü de olmadığını söyler. Ona göre bu düzen salt tasarlanmış bir toplum mekanizması husule getirmeyi amaçlar. Bauman’ın bu değerlendirmesi üzerine düşündüğümüzde, içinde yaşadığımız “akıl” düzeninin -iddia ettiğinin aksine- insanlığı “bilge”liğin ışığına kavuşturmak gibi bir gayesinin olmadığını, aksine toplumu salt bir “mekanizma” olarak kurmak üzere var olduğunu müşâhede ediyoruz. Böylesi bir düzen etrafımızı dört bir yandan sarmışken, nasıl bir yaşam sürmek bizi bu “mekanizma”nın dışında tutabilir?”

Aydınlanma daha önce aydınlanmış olan kişiler aracılığıyla da olsa, dışarıdan gelmek zorundadır, Güneş’in dünyayı aydınlatması gibi. Ancak tarihsel seyir öyle değildir. Aydınlanma Çağı ha deyince oluşmuş bir dönemi ifade etmez, Rönesans ve bilimsel aydınlanma dönemleriyle bir bütünlük oluşturur. Akıl Çağı olarak da adlandırılması, temelde Ortaçağ skolastik düşüncesine karşı antik geçmişin yeniden gündeme getirilmesinden ve buna bağlı olarak sunduğu “akılcı” vizyondan kaynaklanır. Aydınlanma Çağı aklın egemen kılınması anlamındadır, akıl ölçüdür, ancak “kimin aklı?” sorusunu sorduğumuzda net bir cevap alamıyoruz. Bunun Musa veya İsa peygamberin, Aziz Thomas Aquinas’ın veya Aziz Augustinus’un aklı olmadığı aşikârdır. Ben burada Francis Bacon’ın Ortaçağ’ın “regnum Dei”ine karşı “regnum hominis”i gündeme getirmesine dikkat çekmek istiyorum, yani Tanrı’nın Krallığı’na karşı İnsanın Krallığı fikrine. Dolayısıyla egemen kılınacak olan son kertede insanın aklıdır ama bu yeni bir insanın aklıdır. Bu akıl beraberinde özgürlük, ilerleme, kardeşlik, anayasal hükümet, Kilise ile devletin ayrılması gibi fikirleri getirir, bu yüzden propaganda veya değil, neticede kral tahtından edilmiştir. Bernard Lewis’in ünlü “Hata Neredeydi?” kitabında okumuştum, “Batının laikleşmesinde Tanrı iki defa tahtından edilmiştir” diyordu, halk tarafından egemenlik kaynağı oluşuna ve ulus tarafından da ibadet kaynağı oluşuna son verilmiştir. Tanrı’yı tahtından indirmenin gerekçesi ve doğal sonucu aynıdır, yani öngörülen işlem başarılıdır, monarşiyle beraber Kilise’nin dogmalarına karşı bireysel özgürlük ve dinsel hoşgörü fikri tümüyle değilse de geçmişe nazaran egemen olmuştur. Ancak ilginç olan şu ki, neredeyse bir buçuk yüzyıl sonra batı dünyası tarihin en büyük dinsel hoşgörüsüzlüğüne tanıklık etmiştir. Yahudi soykırımı tarihin en büyük kolektif devlet suçu olarak hukuk kitaplarında yerini almıştır. Bununla birlikte dindar bir Katolik de Bauman’ın çizgisinde benzer bir yorumda bulunabilir, Kilise’nin dogmalarından uzaklaşmayı ve sözde aydınlanmayı on dokuzuncu yüzyılın günahlarının aslî nedeni olarak gösterebilir. Bu noktada aklıma Suat Sinanoğlu’nun Türk Hümanizmi kitabı geliyor, cumhuriyetle beraber Anadolu’daki Türk hümanizminin Yunan ve Romalılık, Fransız-İtalyan uyanışı ve Alman neo-hümanizmi aşamalarına eklemlenebileceğini varsayıyordu. Kuşkusuz bu varsayımın merkezindeki en önemli unsur laikliktir, bu da bu topraklardaki “regnum hominis” projesi olarak görülebilir. Aşı tutmuştur veya tutmamıştır, önemli olan bugün Latincede “homo” ile ifade edilen “insan”ın, artık “birey”e dönüşmüş olduğu ve onun krallığının evrensel özlük hakları bağlamında tesis edilmiş olup olmadığıdır. Bana kalırsa bugünün konusu budur, yaşadığımız güncel sorunların kaynağını da burada aramak gerekir. Toplumun salt bir “mekanizma” olarak kurulmak istenmesinden bahsediyorsunuz, bunu istemeyen din, ideoloji veya politik yaklaşım var mı? Bu insanlığın ortak yönelim tarzıdır, akılcılık veya aydınlanma da bu tarzla bakmıştır topluma. Ancak artık bireye bakmak zorundayız, bana kalırsa güncel akılcılık, bireyin özgürce yaşayabileceği ve özlük haklarına sahip olduğu bir düzenin nasıl yaratılacağı üzerine kafa yormaktan geçiyor.

Türk toplumunun yüksek sanat, düşünce, bilim üretebilmek noktasında bir hayli zamandır sıkıntı yaşadığı ortadadır. Elbette bunun burada sayılamayacak kadar çok nedeni olabilir ve bunlar arasında bizlerin duyuş, kavrayış ve ifade ediş açısından yaşadığı problemler de bulunmaktadır. Farklı sonuçlar alabilmek için farklı şeyler yapmak gerektiğine göre, doğrudan bizden kaynaklanan problemleri tespit ve çözebilmek adına elzem olarak ve acilen hangi adımları atmalı, hangi hususlarda değişikliğe gitmeliyiz?

Öncelikle sorunuzda geçen yüksek sanat, düşünce ve bilim nasıl üretilir? Dünyanın herhangi bir yerinde topyekûn üretime geçmiş bir toplum var mı? Bana kalırsa yok. Bu vesileyle önce şunu söyleyeyim: Aydınlanmacı jakobenizmi eleştirdikten sonra saklı bir yüksek sanat, düşünce ve bilim üretme mecburiyetinden bahsetmemiz tuhaf görünüyor. Malumunuz, Hindistan’da Gandhi pamuktan dokunan yerli kıyafet khadi’nin giyilmesi gerektiğini savunuyordu, bu sadece batı tarzı giyinmeye değil, o dönemde batının önderlik ettiği modern bilime karşı da bir tepkiydi. Şuna karar vermemiz lazım: Sanat, düşünce ve bilim evrensel midir? Bana kalırsa evrenseldir. Batı bilimi, doğu bilimi, güney bilimi, kuzey bilimi yoktur artık, Oxford’da, Cambridge’de, MIT’de sayısız doğulu akademisyen fikir ve bilim üretiyor. Bugünün öyküsünde artık herkes her yerde olabilmekte, herkes evrensel ölçekte bilimsel metodolojiye uygun bir şekilde insanlığın ortak geleceğinde rol oynamaktadır. Mars’ta koloni kurulacaksa bunda batılı ve doğulu bilim insanların katkısı olacak, ben sadece bugüne ve yarına böyle bakmıyorum, düne de aynı perspektifle bakıyorum: Bana göre batı felsefesinin doğudan aldıkları, yabana atılamaz, bu yüzden ayrımı coğrafî bir temele dayandırmıyorum. Bu konuya değinmemin nedeni sorunuzda bahsettiğiniz “yüksek sanat, düşünce, bilim üretebilmek noktasında” çektiğimiz sıkıntının büyük olduğunu düşünmememdir. Uzun yıllar sürmeyecek kültürel ve bilimsel hamlelerle uluslararası bilimsel çalışmalara katkı sağlanabilir, üniversitelerimiz dünyada saygın bir yeri bulunan batıdaki üniversiteler örnek alınmak suretiyle geliştirilebilir. Her şeyden önce perspektifimizin değişmesi gerek, çimentoya dayalı bir kalkınma modelinden kurtulmalıyız: Daha fazla cami daha fazla iman, daha fazla üniversite daha fazla akademik zenginlik sağlamıyor. Devletçi değilim, ancak devlet teşebbüsü olacaksa nitelikli olmalı, öyle ya da böyle yetişmiş insan gücü mevcut, insan kaynağımızın küçümsenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bilim ve teknoloji üretme modelleri örnek alınabilir. Kendi alanım olan filolojide her şeyden önce Tercüme Bürosu türünde devlet destekli bir kültür hareketi olabilir, bunun için bütçe ayrılır, yetişmiş insan gücü istihdam edilir ve kısa sürede çevrilmemiş olan yüzlerce eser Türkçeye kazandırılır veyahut devlet doğrudan böyle bir işe girişmez, girişen sivil insiyatifler olursa onların veya yayınevlerinin önünü açar, kolaylık sağlar. Başa döneyim, bir kitabı, dünyaya dair bir şey söylediğini varsayarak okuduğumuzu söylemiştim, biz de hem bireyler hem de belli bir kültürü ortaklaşa deneyimleyen bir toplum olarak dünyaya dair bir şeyler söylemeliyiz. Bunun için de yazıya dökülen ilme ihtiyacımız var. Hiçbir şey için geç değil, karamsarlığa vaktimiz yok.


C. Cengiz Çevik kimdir?

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nda lisans, yüksek lisans ve doktorasını tamamladı.

Temel akademik çalışma alanı olan Antikçağ’da siyaset ve felsefe ilişkisi başta olmak üzere farklı konularda çeviri ve telif eserleri üzerinde çalışmaya devam ediyor.

Tyanalı Apollonios, Diogenes Laertios, Antisthenes, Herakleitos, Leukippos, Demokritos, Epiktetos, Sextus Empiricus, Bacon, Horatius, Seneca, Cicero, Copernicus, Luther’den birçok eser çevirdi.

Kitapları: https://www.kitapyurdu.com/yazar/c-cengiz-cevik/47016.html


Diğer Söyleşilerimiz

Ali Haydar Haksal
Dr. Şavaş Ş. Barkçin
Dr. Yunus Emre Özsaray
Dr. İbrahim Aksu
Prof. Dr. Ömer Türker
Lütfi Bergen

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir