Kelimeler Romanın Ruhudur ve Yaralar

İki hafta önce Doğan Kitap, sosyal medya hesabından, Tarık Tufan ile gerçekleştirdiği soru-cevap söyleşisini yayınladı. Geçtiğimiz hafta, Murat Menteş ve Dücane Cündioğlu “Roman ve Çağdaşlaşma” üzerine söyleştiler. Cuma günü de Sulhi Ceylan, romandan hareketle “Kelimelerin Ruhu” başlıklı bir yazı yayınlayarak haftayı kapattı. Birbirinden bağımsız gerçekleştiğini varsaydığım söyleşiler ve mezkûr yazıyla karşılaştığım sırada ben Tarık Tufan’ın “Âşıklara Yer Yok” isimli yeni romanını okuyordum. Bu metni de, Sulhi Ceylan’ın son yazısı ve okuduğum kitabın etkisiyle yazdım.

***

Çocukluk yıllarımızda hayal gücümüzün ucu bucağı yoktur. Kimsenin yolumuzu kesemediği bir dünyanın içinde yaşarız. Kurduğumuz hayallerin derinliğinde kayboluruz. Ne bir mantık örgüsü ne de kendisini acı bir şekilde dayatan gerçekler, içinde kaybolduğumuz hayal dünyasına tesir edemez. Yaşadığımız olumsuzluklar bile hayal gücümüzün kuşatıcılığı sayesinde tuz buz olur, en acı anları dahi büyüklerimizi hayretler içinde bırakacak şekilde atlatırız. Görenler çok dayanıklı olduğumuzu düşünseler de, bu hayal gücümüzle bağlantılı bir dayanıklılıktır, fark edemezler. O yaşlar, olup bitenlerin mantıkla değerlendirildiği yaşlar değildir çünkü. İlerleyen yıllarda ise yetişkin olmasına rağmen bir insanın gerçek ve hayal arasında yaşıyor olması da geçirdiği talihli çocukluk yıllarının neticesidir. Onlar da genellikle mucit ve sanatçı olurken, benim gibi elini sıcak sudan soğuk suya sokmayanların payına da öyleymiş gibi davranmak düşer.

Yakın çevremin sık sık dile getirdiği şekilde dalgın, düşünceli ve sessiz oluşumun nedeni çocukluğumdan beri içinde yaşadığım hayal dünyasıdır. Bu duruma o yaşlarda, edebiyatla özellikle de romanla kurduğum ilişki neden oldu sanırım. Normalde hayal dünyasında yaşayacak biri olmayabilirdim. Ancak derin düşünceler içinde debeleniyormuş izlenimi vermemin nedeni, üzerime yapışan kurguların ağırlığını an be an hissetmemle ilgili. Çocuk yaşlarda kurgunun tesiri altına girmenin doğal bir sonucunu yaşıyorum ben. Anın içinde olduğum halde yokmuşum gibi gözüküyorum. Belki de gerçekten derin düşünceler içindeyimdir fakat fark edemiyorumdur. Bilmiyorum. Öyle ya da böyle aradığımız seyran yeri gerçekliğin içinde bir yerde değil. Öyle olsaydı inancımızı ve sanatı hayatımızın merkezinde tutmazdık.

***

Romanlar, hayal gücümüzü harekete geçirmesi açısından kıymetli. Hayatımız boyunca tecrübe edemeyeceğimiz yaşamların kapısını aralama gücüne sahip. Romanla geçirdiğimiz süre boyunca sanatın ve tecrübenin binbir haliyle karşılaşma imkânımız oluyor. Her biten romanın sonunda ise içeride temas ettiğimiz karakterlerin, mekânların, duygu durumlarının esiri oluyor, çoğu zaman ah vah ediyor ve romandaki hikâyeyi içselleştirmiş olarak buluyoruz kendimizi. Kurgu, sanki tabii bir şeymiş gibi hafızamızda yer ediyor. Davranışlarımızda kendini göstereceği ânı kolluyor. Artık karakterlerin hâliyle bütünleşmiş bir durumda hayata devam ediyoruz. Bu olumsuz bir şey değil. İnsanı kıyım kıyım kıyan gündelik akışın içerisinde, roman iyi bir dosttur. Sıkıntılı vakitlerde teselliyi çocukken sığındığımız hayal gücünde değil de artık kurgunun gücünde arıyorsak büyümüşüz demektir.

***

Romanda raptolduğum cevher hikâyede yer alan detaylardır. Bunu lise yıllarımda fark ettim. Detaylara önem veren romanların dünyasında gezinmek müthiş bir olaydı. On beş, on altı yaşlarımda başlayan ve bir takıntı haline gelen bu durum Tarık Tufan ile birlikte, Okay Tiryakioğlu, Hakan Günday, Orhan Pamuk, Victor Hugo, Gonçarov, Oğuz Atay, Ted Dekker gibi romancılarla duygusal yakınlık kurmamla sonuçlandı. Özellikle o yıllarda Tarık Tufan’ın bütün kitapları ve Okay Tiryakioğlu’nun ilk iki kitabının yeri ayrıdır. O metinlerde yer alan detaylar hâlen canlılığını koruyor. Duygudaşlık kurduğum her karakter, her bir detay ihtiyacım olduğunda yardımıma koşuyor. Sulhi Ceylan son yazısında bu duygudaşlığın izahını yaparak romandaki karşılığına değiniyor: “Roman okurken karakterlerle kendimizi ister istemez özdeşleştiririz. Hele de romandaki karakterlerin başına gelen olaylar, bizim başımıza da gelmişse özdeşleşme en üst seviyede yaşanır. Artık bir ortaklık söz konusudur: Dert ortaklığı. Bu dert ortaklığı sebebiyle romanda anlatılan karakterlerin yaşadıkları bizi üzer ve hatta ağlatır. Artık o roman salt bir romandan ibaret değildir. Karakterler de sadece metinde var olan karakterler değildir. Okuyanın zihninde hayat bulmuş ve böylece duygudaşlık seviyesine çıkılmıştır.”

Duygudaşlık, roman karakterleri ile başlasa da bir zaman sonra yazara da uzanıyor. Romanlarında hayatımıza dair bir şeyler bulduğumuz yazarları da aynı şekilde benimsiyoruz. Birkaçı dışında genellikle bu bağı yakaladığımı düşünüyorum. Misal Orhan Pamuk ve Hüseyin Rahmi Gürpınar ile aramda hiçbir bağ oluşmamıştır. Onları eserleri ile zihnimde canlandıramıyorum. Yalnızca eserleri ile ilgileniyorum. Fakat Tarık Tufan, Okay Tiryakioğlu, Güray Süngü gibi isimlerle olan bağım öyle değil. Özellikle onları lise yıllarımda okumuş olduğumdan olsa gerek o zamanlar benim için birer kahraman gibiydiler.

***

Tarık Tufan ve Okay Tiryakioğlu ile bizzat tanıştığımda da bu durum değişmedi. Liseden mezun olduğum sene belediyenin düzenlediği kültür edebiyat festivali için bir yayınevinin standında görev almıştım. Günde üç beş yazar gelip gider, söyleşi, imza derken yolumuzu bulurduk. Bahar ayı olması nedeniyle şehir yeni açmış limon çiçeklerinin yaydığı kokuya teslim olmuştu. Sulhi Ceylan’ın yazısında bahsettiği duygudaşlıkta kokunun ve müziğin de büyük bir etkisi var sanırım. Her hatıranın bir kokusu, arka planda kendisini dinlettiren bir tınısı oluyor.

Yıllar geçtiğinde bir koku, müzik ya da bir roman karakterinin başına gelenler bizi geçmişe götürüyorsa bu duygudaşlığın bir sonucudur diyebiliriz. O günler de benim için böyleydi. Dinlediğim müzikler, şehrin kokusu ve Kekeme Çocuklar Korosu. Bütünleşmiş bir hatıraydı. Ne zaman bahar gelse, limon çiçekleri kokusunu verse, o müzikleri dinlesem sanki lise zamanlarına, festivalin olduğu günlere dönmek zorundaymışım gibi kıyıcı bir özlem sarar her yanımı. Ne yazık ki hayatın gerçeklerini o kadar da göz ardı edemiyoruz.

Tarık Tufan’ın geleceği gün yeni çıkan kitabını hazır etmiş, saatlerin geçmesini bekliyordum. Ona yazar olmanın püf noktalarını, inceliklerini sormak, hem de kitaplarını imzalatacak olmanın heyecanını duyuyordum. Yanılmıyorsam ondan önce Erdal Demirkıran’ın söyleşisi vardı. Tanıdığım en ilginç adamlardan biridir o. Bitip tükenmez bir enerjiye sahip. Ama anlattıklarının frekansına bir türlü giremediğim için söyleşiden sıkılıp çıkmıştım. Salonun balkonunda sigara içerken, gözlerim bir anlığına uzun, kıvırcık saçlı bir adama kitlendiğinde kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başlamıştı. İçimden “Bir anneye nasıl ağlanması gerektiğini insan ancak annesi ölünce öğrenebiliyor. Başka bir ağlamaya benzemiyor çünkü.” repliğini tekrarlamıştım. Sanki kitaptaki o isimsiz karakter Tarık Tufan’mış diye düşünüyordum. Teselliye ihtiyacı varmış ve onu anlayan tek kişi benmişim gibi. O ilk gençlik duygu durumlarımı düşündükçe içim gıdıklanıyor. O hâl üzere ölebilirsem mesele kalmayacak gibi. Karşısındakiyle samimi bir sohbet içindeydi. Girişe indiğimde onunla aramızda adını hatırlamadığım bir yazarın imza kuyruğu vardı. Kapıdan hızlıca çıktığımda göz göze gelmiştik. O zamanlar saçım, sakalım, hırkam uzundu ve bir dervişi andırıyordu. Muhtemelen sırıtan imajım dikkatini çekmişti. Yanına vardığımda sarılıp “Hoş geldin abi” dediğimde aynı muhabbetle karşılık verip “Hoş bulduk” deyince konuştuğu kişiyle muhabbeti de bittiği için koluna girdim. Kitabı standımızda imzalayıp imzalayamayacağını sordum. Standın ismine cismine bakıp “olur tabi” demişti. Orada büyük bir gurur içinde kitabımı imzalatırken yazarlık meselesini açıp tavsiyeler istemiştim. Ne gündü be!

Birkaç şey söyledikten sonra “Umarım bir gün biz senden imza almak için geliriz.” demişti. İşte o an Tarık Tufan gitti Tarık abi geldi. O gün bugündür yeri ayrıdır. Geçen dokuz on yıllık süre içinde yazdığı diğer kitaplarını da aynı şevkle okudum. Hepsinde aynı hazzı yakaladım. Dümdüz bir anlatımın içinde ilerlediğimi zannederken öyle detaylarla karşılaşıyordum ki sevinçten ne yapacağımı şaşırıyordum. Mesela son kitabı Âşıklara Yer Yok… Kitaptaki ana karakterlerden birinin adı Ahmet Hilmi Bey. Kedisi var, ismi Raci. Ahmet Hilmi Bey’in salonu boydan boya aynalarla donatılmış. Elinden düşürmediği tamburu ve tarifi yalnızca Ahmet Hilmi Bey’e mahsus bir de çay var ki, içenlerin, dinleyenlerin kendinden geçmemesi mümkün değil. Akademisyen Orhan’ın yolu Saklıkuyu’ya, Ahmet Hilmi Bey’in evine düştüğünde sizce neler yaşanmış olabilir? Bunu da F. Ahmet Hilmi ve Tarık Tufan okuru bilir.

Eh, romanlarla örülü bir zihin dünyası içinde yaşadığımı kendime itiraf etmiş oldum. Yazıyı Sulhi Ceylan’ın cümlesiyle bitireyim: “Sözün özü, kelimelerin de bir ruhu vardır. İnsan, kendi hayatında etkili olan kelimelere denk geldikçe hayatında bir canlanma olur. Duyguları ayaklanır. Kelimelerin ruhu, insanın ruhuna değer.”

İbrahim Orhun Kaplan

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir