Kurutulmuş Hesaplar

Aslında ilk yakalandığım yağmurun sessizce kaldırım kenarındaki -tam o sırada yağmur kenardan akmayı istemektedir, her ne kadar susamış kalplere aksın diye direttimse de üzgün olduğunu belirtip yola koyulmuştur artık-  kupkuru yaprakların üzerinde bir acı gibi aktığını hatırlamıyorum. Bildiğim bazı şeyler hakkında başımı göğe erdirip konuşmak istemiştim sadece. Tâ ki gri bir kanat olanca hızıyla bütün gerçekleri yüzüme çarpana dek. Susmam gerektiğini geç anladım. Yine de dudaklarımı kurumasın diye ara sıra soğuk bir tenhada kıpırdatırken birkaç kelime kaçırdım boşluğa.

Adına rüzgâr dedikleri bu gerçeğin, az önce yalnızlıktan canı sıkılan birkaç yaprak tanesini birbirine sarmalayan sesten öteye geçmeden aramızdan çekilip gittiğine şahit oldum. Aslında bir hikâyeye böyle başlanamazdı. Kurallar gereği rüzgâr batıdan, biraz yorulunca ardına takılıp diğer rüzgârların; kuzeyden esmek istediği belliydi. Bir hikâyeye kol kanat germek için harflerin arasına sıkışmak istemiyordu fakat yine de her haliyle belli ki esâmesini alınlardaki sert ve donuk bakışlı çizgiler arasından okutmak istiyordu.

Gözlerimi su birikintilerinden bir an kaçırıp taş atmak için her gün acımasız bir hızla kazılan kuyuya sarkıtmak istiyorum. Sıkılmaktan nasır tutmuş ellerime bakıyorum. Kanım da içten içe kanıyor. Hislerim koyu bir pıhtının arasına sıkışıp sertleşiyor. Ellerim yine titriyor, durduramıyorum. İlk titrediğini hatırladığım zamana yaklaşıyorum kimseler görmeden -herkes taşırmak istediği hikâyesinde kendisinin çok iyi bildiği ‘o’ yere kimseler görmeden gitmeye çalışır ama her defasında bunu başkalarına itiraf etmenin dehşeti ile hızla oradan uzaklaşır-  ve içinde bulunduğum hale sığınıyorum.

Bazı sorular işaretlerinden kurtulmadıkça, kıvrılıp katlanamaz rahatça bir kâğıt, hızla kalbimin etrafından akıp giderken. İtiraf etmeliyim ki ne zaman kanın aktığını görsem sessizce rüzgârın esişine katılıyorum. Bütün vücudum yerden kesiliyor kulaklarım duymasa da. Bunun bir suç olmaktan kurtulacağı gün peşinde koştururken, yetişmenin aynanın üzerindeki su birikintilerini bir süre gözlerden kaçırmaktan öteye gidemediğini anlıyorum.

Güneşin üzerimde olanca sıcaklığıyla kaynattığı uzaktan gelen belli belirsiz gülüşmelerin içimde hissettiğim tonu buharıyla rengârenk açılıp etrafa saçılıyor. Dağınık bir hikâyenin içinde olduğumu fark ediyorum nihayetinde. En derli toplu yerine saklanıp durmak istiyorum fakat yanımdan hızla geçen zamanın üzerime fırlattığı çamurlu elbisemi nasıl yıkayacağımı düşünmeye başladım şimdide. Kelimeler, cümleler, paragraflar, satır arasına sıkışmış ünlemler, dolduramadığımız bazı boşluklar, hayretler, heyecanlar, bakışa düşüşler ve batışlar bir müddet daha bekleyebilirdi.

İlkin elimi yirmi otuz saniye ya da bir ömür hep dikkatli yıkamalıydım. Belki başımı biraz daha sola yatırabilir ve derin bir uykunun içime ilmek ilmek işlendiğini her defasında görmek isteyebilirdim bütün eringen taraflarımla. Lâkin öyle olmadı. Elleri cebinde takım elbiseli, kravatı gömlek düğmeleri üzerinde dikkatle hizalanmış, bir süredir bakışlarını sokak lambasıyla güneşin kesiştiği doğrultudan hiç saptırmadan uzatan adamı izledim. İmzalanması gereken birkaç kâğıt ellerimin arasından hızla diğerlerinin arasına kayıp giderken kimseler görmeden ajandamın arasındaki müsvedde hesap kitap kuryesini önüme serdim. Bazı hesapları kurutup asıyorum, salâ sesinin bitişiğinde uzayıp giden rengârenk ipliğin üzerine. Tamiri mümkün olan serçe kuşunun ve peşinden sürüklenip giden kanatlarının boyadığı kalemin kırmızısına…

Enes Bayoğlu

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir