Güneş Batı’dan Doğar

(Kanûnî Sultan Süleyman’ın vasalı Erdel Kralı János Zsigmond’u huzuruna kabulünü tasvir eden minyatür)

 

var mı bilen başıma seni saranlar arasında adını
mantık
mı diyorlar idrak mısın hafıza
sahici bir şeysen eğer söyle bakalım
neydi sevgilinin koynuma kaçtığı tarih
yıllardan hangisiydi hangi mevsimdeydik ayın kaçıydı
(savaş bitti, ismet özel)

Tarih düşüncesini oluşturabilmek için zaman, mekân ve toplumlar üzerinde ayrımlar yapıyoruz. Zamanı önemli vakalar üzerinden dönemlere ayırıyor, mekânlara isim veriyor ve toplumsal farklara çeşitli sıfatlarla dikkat çekiyoruz. Her toplum hatta insan özü itibariyle kendisinden olmayana karşı daha hassastır. Aradaki benzerlik ya da farklara odaklanır. Bunun neticesinde hem kendini hem de ötekini kavramaya çalışır. İnsan ve toplum açısından eylemler bu şekilde tecessüm eder. Tarih şuuru da buradan doğar.

Tarih boyunca istinası görülmedi, bütün toplumlar kendisinden olmayanları ötekileştirdi. Mesela Araplar İranlılar için “acem” tabirini kullandı, Yunanlılar kendilerinden olmayanlara “barbar” dedi. Tüm tanımlamalar, gücünü mensup olunan anlam/değer dünyasından aldı. Tarihsel akış, her dönem belirli bir gücün değer yargılarına göre şekillendi. Hicri ya da miladi takvimin kullanılması, saatlerin düzenlenmesi, kıtaların ve bölgelerin tanımlanması bunun en bariz örneğidir. Peki, bizim günlük hayatımızın akışı hangi ölçülere ve değerlere göre belirleniyor? Elbette güçlü olana yani Avrupa’ya göre.

***

Tarihin bütün seyri, üç yüzyıldır Avrupa sisteminin lehine programlandı. Yüzeysel bir örnek olarak 2016 senesinden bu yana maruz kaldığımız yaz saati uygulamasına bakalım. Bu uygulamayı enerji tasarrufu için iyi bir fırsat olarak görenler var. Bazıları gün doğmadan uyanmanın bereketine dayandırıyor. Kimileri de sabah namazına rahatlıkla kalkabildiğini öne sürüyor. Bunlar olumlu neticeler gibi duruyor. Fakat birçok kişi bu durumdan muzdarip… Kimin ne şekilde rahatsız olduğunu bilemem fakat iyi bildiğim bir şey var ki enerji tasarrufu olarak planlanan bu uygulamanın enerji ile hiçbir ilişkisinin olmaması. Chicago Üniversitesi’nden bir Türk araştırmacı uygulamanın öncesi ve sonrasındaki verilere dayanarak tasarruf miktarını tespit etmeye çalışıyor. Bulduğu sonuca göre herhangi bir değişiklik ya da kayda değer bir tasarruf söz konusu değil.

İnsanlar yaşadıkları sıkıntıları ilgili birimlere bildirdiğinde ise bu konulardan sorumlu bakan, yaz saati uygulamasına gelen eleştirileri şu şekilde karşılıyor: “Güneş İstanbul’da 8.20’de ağarıyor, Paris’te 8.34’te, Berlin’de 8.30’da ağarıyor, oralarda problem olmuyor da bizde neden problem oluyor?” Bu cevap küresel işleyişi akla getiriyor. Bankalar ve borsa gibi uluslararası işlemlere açık kurumlar ya da başka şeyler… Kısacası millet olarak Avrupa’nın güne başladığı saate uyum sağlamamız isteniyor ve bunun için bir takım değişikliklere hem de her geçen gün maruz bırakılıyoruz. Enerji, bereket, sabah namazı da bu işin tahliye borusu oluyor sanırım.

***

İkinci bin yılın ilk yarısı İslam/Türk-Avrupa(Batı)/Hıristiyan tarihi, diğer yarısı Avrupalıların Türkleri tarihten dışlamasının tarihidir. İçinde olduğumuz sistemin bütün uzantıları Türk’ün tarihsel etkileri ve rollerini inkâra yönelik faaliyet gösteriyor. Türk siyasetinin toplumu ısrarla Avrupa sistemine entegre etmeye çalışmaları da bunu doğrulamaktadır. Mesela bir Türk bakan, Avrupa’da sorun teşkil etmeyen bir şeyin Türk toplumunda problem olarak görülmesini hayretle karşılamaktan çekinmiyor. Bir diğeri geçtiğimiz dönemlerde BM genel kurulunda, “geleceğimiz tek dünya görüşüne bağlıdır, kurtuluşumuz ondadır” gibi bir laf etmişti. Bunlar bir takım nedenlere dayanmakta.

Wallerstein’in deyimiyle Avrupa evrenselciliği olarak görülmesi gereken bütün bu unsurlar idari sistemler eliyle gündeme geliyor. Farklı farklı isimlerle yumuşatılarak servis ediliyor. Geçtiğimiz sene Hindistan’da gerçekleştirilen G20 toplantısını hatırlarsınız. Kapitalist sisteme entegrasyonu henüz gerçekleşmemiş olan yavru ülkelerin bir araya gelerek ıvır zıvır toplantılar gerçekleştirdiği bir zirvedir bu. Gündeme Erdoğan’ın ikili görüşmeleri damga vurmuştu. Diğer devlet başkanlarına da yer verilen haberler dikkat çekiciydi. Hindistan’ın bütün “Asyalığı”na rağmen neşeli ve geleceğe umut veren pozlar görmüştük.

Ancak büyük bir problem vardı. O da, zirvenin her yerde gösterilen ana temalarıydı. Bizim aşina olmadığımız şeyler değildi: “Tek Dünya, Tek Aile, Tek Gelecek”. Bu mottolara ne yazık ki, birkaç cılız itirazdan başka ses yükselmedi. 18. yüzyılda felsefi temelleri atılan tek devlet, tek kültür, tek dil gibi evrensel Avrupa projesinin daha hümanist hali olan bu temalara niçin ses çıkarılmadığı sorusunu sorsak cevap bulabilir miyiz? ABD merkezli dinler-arası diyalog ile başlayan ve tek dünya projesinin siyasi ayağı olan bu zirvelerin liderleri vatandaşlarını nereye sürüklediklerinin farkındalar mı? Evet. Toplum farkında mı? Hayır.

***

Bütün bu tahakküme rağmen Türkler olarak yeryüzündeki insanları Müslim-Gayrimüslim, Türk-Gavur şeklinde sınıflandırmakta ısrarcıyız. Bu da Türk dışındaki unsurları, Müslümanlık dışındaki metafizik kabulleri tanımak durumunda bırakıyor bizi. Çünkü bunun bir anlamı; ayrımın, tanımın ve ötekileştirmenin elle tutulur karşılığı olması gerekiyor. Bu karşılığı da yine tarihte buluyoruz fakat geldiğimiz nokta itibariyle bizim öncelikle Türkün ne demek olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Bir zamanlar “Türk Korkusu” diye bir tabir vardı mesela…

 

İbrahim Orhun Kaplan

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir