“Kitap Okumak”ta Görünmeyenler

Maalesef son yirmi yıldır, bıkıp usanmadan, yılmadan yıl­dırmadan her şeyin içini boşaltanlar, şeyleri varoluşları ge­reği sahip oldukları ağırlıklarından edenler, birbirlerine olan görünmez, ama gördüren bağlarını hoyratça kesip budayanlar, yazının bu topraklarda tuttuğu yer hiçbir zaman sözün yerini almamış olmasına karşın, kitaba musallat olmaktan geri durmadılar.

Kitabın kendi geleneği içinde bir ağırlığı, bir haysiyeti vardı ve bu tasallut neticesinde ondan çok şey kaybetti. Bu tasallutun ne olduğunu biliyoruz, onun fesatla, bozgunla, bozgunculukla bağını fark ediyoruz, faillerinin bu işle neden memur edildiklerini, bununla neyi nereye taşı­mak istediklerini anlayabiliyoruz, anlamadığımız üç beş ku­ruş kazanmaktan başka bu işten eline bir şey geçmeyecek olanların böyle bir şeye neden tevessül ettikleri, neden böy­lesine azim bir vebale suç ortaklığı ettikleri…

Eğer deniyorsa ki, “bu milletin yazıyla bağını ancak böy­le kurabiliriz, kitapla onu ancak böyle buluşturabiliriz,” ki bu akla gelebilecek en sâfiyane ihtimaldir, hiç duraksama­dan denilmelidir: Bir şeyin sahtesi aslının en büyük düşma­nıdır, aslın asliyeti içinde bütün ihtişamıyla tezahür edebil­mesi için, hiç olmazsa günün birinde söz söyleyecek ola­na, sahtesinin tasallutuyla kirlenmemiş bekâreti münhası­ran tahsis edebilmek için, böyle kurulacaksa bu bağ, var­sın hiç kurulmasın daha iyidir. Çünkü bu millet türkülerin­de “Kuş kanedi kalem olsa, ah yazılmaz benim derdim!” demiş ve yazılamayanı yarım yamalak yazmak yerine yazılamazlığı terennüm etmeyi yeğlemiş. Ve bunu belki de o dert kadar derinlerden gelen ve derinlere işleyen emsalsiz bir nağmeyle ağızdan ağıza dolaştırmış. Yazılamayan bu derdi, bu kadar derinlerde olan bu derdi gün gelip teren­nüm eden birisi çıkar elbet. O halde sırf terennüm edilme­yi bekleyen bu derdin hatırına, başka bir sebeple olmasa bile, bu azim işi üstlenecek, dile gelmeyen bu derdi teren­nüm edecek olanın işini kolaylaştırmak için bu işlere bulaşmamaljyız. Yurtseverliğin gereği budur.

Dolayısıyla bu hengâme içerisinde bugün bir yayınevi­nin yaptığı hizmetlerin büyüklüğünden söz edilecekse eğer bu varlık sebebi olan yaptığı işlerden çok yapmadığı işler sayesinde olacaktır. Yayınladığı kitaplardan ziyade, yayınla­madığı kitapların bir yayınevini büyük kılması—ne garip, ne hazin bir paradoks… Georg Christoph Lichtenberg daha o zamanlardan kitabın tarihindeki bu paradoksları ve başı­na gelecekleri çok iyi görüp doğru söylememiş mi?

—”Dün­yada kitaplardan daha tuhaf satış metalarına rastlamak ga­liba imkânsızdır: Anlamayan kimseler tarafından basılır, anlamayan kimseler tarafından satılır, anlamayan kimseler tarafından okunur, hatta tetkik ve tenkit edilirler ve şimdi­lerde artık onları anlamayan kimseler tarafından kaleme alınmaktadır.”

“Hayatta nasılsa edebiyatta da öyle: her nereye dönseniz derhal kendinizi düzelmez, yola gelmez bir insan güruhuyla karşı karşıya buluyorsunuz, her tarafı her bir kö­şeyi doldurmuşlar, tıpkı yaz sinekleri gibi sürü halinde her yere doluşup her şeyi kirletiyorlar. Bir yığın berbat kitap, gı­dasını buğday başaklarından alan ve sonunda onu boğup kurutan edebiyatın istilacı yabani otları da öyle. İnsanların zamanını, parasını, dikkatini—ki bunların meşru hak sahi­bi iyi kitaplar ve onların soylu hedefleridir—gasp etmekte­dirler: Bunlar ya safi para kazanmak ya da makam mevki elde etmek amacıyla yazılırlar. Dolayısıyla sadece yararsız değildirler; fakat müspet olarak zarar da verirler. Mevcut edebiyatımızın tümünün neredeyse yüzde doksanı halkın cebinden birkaç kuruş aşırmaktan başka bir hedef gözet­mez ve bunu başarmak için yazar, yayıncı ve eleştirmen el­birliği edip güçlerini birleştirmişlerdir.

Dolayısıyla okumak söz konusu olduğunda geri durabil­mek (nerede duracağını bilmek) çok önemli bir şeydir. Ge­ri durulacak yeri kestirmedeki maharetin esası, zaman za­man neredeyse salgın halinde yaygın olarak okunan her­hangi bir kitabı, sırf bu yüzden okumaktan ısrarla uzak dur­maktır denebilir, sözgelimi sebepsiz gürültü, şamata kopa­ran, hatta yayın hayatına çıktıklarının ilk ve son yılında bir­kaç baskıya ulaşabilen, sonra da unutulup giden siyasi ve­ya dini risaleler, romanlar, şiirler ve benzeri böyledir. Ama şunu hatırdan çıkarmayın, ahmaklar için yazanlar her za­man karşılarında geniş bir dinleyici kitlesi bulurlar; okuma zamanınızı sınırlamaya dikkat edin ve okumak için ayırdığı­nız zamanı da münhasıran bütün zamanların ve ülkelerin büyük kafalarının eserlerine tahsis edin, onlar insanlığın geri kalanını yukarıdan seyrederler, şöhretleri onları zaten bu hüviyetiyle tanıtır. Okunması halinde sadece bunlar ger­çekten bir şeyler öğretir ve insanı eğitir…”

Kaynakça: Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, Schopenhauer,  trc: Ahmet Aydoğan , 2011, İstanbul.

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • zekaikc , 10/05/2013

    Şöpenaır amcayı Edebifikir sayesinde tanıdık, sevdik. Geçenlerde ‘kim milyoner olmak ister’ programındaki çocuk takip etseydi sitemizi 60 binlik soruyu kaçırmazdı…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir